Pazar, Ekim 30, 2005

Çocukluk-1




“Top Benim” dedikten sonra beni ve Cingan Mehmet’i gösterdi ve ekledi: “Sen ve sen oynicaksın”.Az biraz bekledikten sonra Uygur’u işaret ederek gene sözlerine ekledi: “Sen oynamicaksın!”.Mahalle kanunları arasında böyle gaddarca bir kural vardı.Top kiminse o belirlerdi maçta kimin oynayacağını.Şanslıydım;çünkü seçilmiştim.Esasen bizden hiçbir farklı tarafı olmayan,sadece top sahibi sıfatını elinde tutan Ali’nin gözüne girmeyi başarmıştım.Mahalle maçında takıma seçilmeyen çocuk rolünü daha önceden oynadığım için bir daha oynamak istemiyor;aksine daha da hırslanıp golleri sıralamak istiyordum.Ali’nin gerçekten çok klas bir mikasası vardı.Biz de el mahkum bu tırtın dediklerini yapıyorduk.Tırtlığını gözüne sokarak onu bazen zorla kaleye geçiriyorduk.Mahallede top sahibi hiçbir zaman kaleye geçmeyi kabul etmezdi;ısrar edersen “top benim lan alır topumu giderim!” diye bizi tehdit ederdi.O zamanlar aklım erseydi kesinlikle bu sömürüye,bu ağalık düzenine karşı çıkar;üstüne üstlük mahalledeki çocukları “herkese bir top!” sloganıyla devrimci örgütlenmeye sokardım.Ne yazık ki o günlerde hayal gücümü ismini renginden alan çeşit çeşit acayip zor ama tatlı oyunlara sahip Kara Kutu’yla uzaya açılmak için kullanıyordum.
Maç her zamanki gibi 4-5 tane tamamen beyaza boyanmış bloktan oluşan sitemizin önündeki boş arazide gerçekleşecekti.Sitemizi o zamanlar Sovyet işçi konutlarına benzetenler vardı.Hiçbir zaman bu betimlemeye katılmadım;çünkü evlerimizdeki odalar ve balkonlar gayet genişti.Keza dışardan bakıldığında içinde tıkış tıkış yüzlerce kişinin yaşadığı 3.Dünya Ülkesi apartmanlarını da benzemiyordu.Sitenin önündeki arazi de uzun zamandır boş ve sahipsizdi;zira artık maç yapmaktan arazi aşınmış ve kale direklerine sahipti.Sahaya paralel olarak az ötede tek katlı müstakil bir ev ve bu evin yeşil bahçesi vardı.Siteyle saha arasında ise ilçeden kırsala giden yol vardı.Çok sık kullanılmaz arada bir araç geçerdi.Müstakil evin sahibi ise evini büyük büyük çitlerle çevirdiğinden orayla pek işimiz olmadı.Sitedeki tüm genç ve çocuklar boş araziyi sahiplenir,onu korur ve severdi.
Amatör mahalle maçlarında maç,topun 20-30 metre havaya atılmasıyla resmen başlar.Maç başladığı anda kendimi defansın bel kemiğinde buldum.Bizim takımda sevdiğim çocuklar vardı.Bunlar oynadıkları zaman cidden çok iyi oynuyor,takım oyunun tüm gereklerini yerine getirip kolayca futbolun meyvesine ulaşıyorlardı.Biz de defanstaki diğer arkadaşlarla ve kaleciyle havalara uçup “oley” işareti yapıyorduk.Ancak her zaman mutlu tablo gerçekleşmeyebilirdi:karşı takımda da hırsız gibi kaçan,maymun gibi çalımlar atanlar da yok değildi ve hatta birkaçı benim sınıf arkadaşımdı. Maça tüm bu gerçeklerin bilincinde başladım.Defanstan top geçiyor;ama adam geçmiyordu.Maç normal seyirde devam ederken ara sıra kaleye geçtim.Top bana geldiği zamanlarda terim yerindeyse nokta atışı yaparak taa bizim forvetin ayağına topu degajlardım.Bu özelliğimden dolayı beni kaleye geçmem konunda takım arkadaşlarım cesaretlendiriyorlardı.Ben ise bu sahte sırt sıvazlamanın farkında olarak “topa ben de vuracam” felsefesiyle sahaya çıkardım.Kalecinin asli vazifesi olası golleri engellemek ve degaj vuruşu yapmaktan başka bir şey değildi.Kaleye geçen her daim sıkılandı.Hem maçı izleyen kızlar varsa,onlara hava atmanın,caka satmanın yolu kalecilikten geçmezdi.Gerçi kız taraftarlı çok az maça çıktım.Tsubasa ve takım arkadaşlarının ortamına çok özendiğimiz olmuştu;lakin bizim gibi orta sınıf ailelerinin çocuklarında bu tür yuppie’likler pek yoktu.Biz kendi halimizde çocukluğunu yaşayan,devletin alelade ilkokulunda eğitim-öğretim görenlerdik,en nihayetinde mahalle kültürünün tozunu öylesine yutmuştuk ki midemizde çamur tortusu oluşmuştu.Çok sonraları televizyonda özel okul ortamı izledim ki bu ortamı betimlemek gerekirse kız-erkek ilişkilerinin ilkokul yıllarından başlayıp liseden mezun olana kadar sıkı olduğu bir yerdi.Benim Semih’le,Samet’le,Mevlüt’le ve hatta Cingan Mehmet’le olan arkadaşlık ilişkimi Berkan,Can,Egemen gibi isimler Nehir’lerle, Ece’lerle,Gizem’lerle kuruyordu.Bizim kızlarla olan mesafemiz sadece yatılı olan anaokulunda yakındı;ancak o zamanlar artık geride kalmıştı.İlkokul çok garip bir zaman dilimiydi.Hayatı algılamaya yeni başlayacak,hayal gücümüzü rayına oturtacak ve yakın zamanda kapıya dayanacak olan ergenliğe hazırlık yapacaktık.40 yılda bir fabrika satış mağazasından alınmış LC Waikiki’ye bürünecek ama genelde pazar malı kilim motifli kazaklardan vazgeçmeyecektik.Zaten ne giydiğinin önemi yoktu.Önemli olan ucuzla yetinip özgün gözükebilmekti.Maç yaparken ise hemen hemen hepimizin ortak favorisi Hugo Boss esortmanlardı.İlginçtir,daha sonraları televizyonda Belçika menşeli tek dişi kalmış bir Hugo karşımıza çıkacak;eşortmanlardaki Hugo Boss ile herhangi bir bağ kurmayacak hatta Hugo Boss’u zihinlerimizde Victor Hugo gibi ulvi bir adam gibi düşünüyorduk.İlkokulda Sefiller’in varlığının farkında olmak ise ileride neye işaret ediyor tahmini başkasına bırakıyorum.Neyse fazla kanatlanmadan maça geri dönmenin zamanı geldi.Maç,her zamanki mahalle maçlarımız gibi sık sık küfürleşmelere;aralarda yaşanan tatsız kavgalarla kesiliyor,buna rağmen olanca hızıyla devam ediyordu.Skoru takip edemediğin zamanlarda orta sahadakilere “skor kaç?” diye bağırarak sorar ve cevabını anında alırdık.Bu da tartışma konusu oluştururdu zira karşı takım 6-7 veya 7-8 gibi skorlarda mutlaka kendi hanelerine bir gol daha fazla yazılmasını ister,bu konuda tüm çirkefliğini gösterirdi.Bu tartışmalar küfürleşmeye dönmeden “hadi lan tamam hamam parası olsun” ile sona erdirir ve bir golü onların hanesine yazardık.Gururumuz bizde kalır kimseye golümüzü çaldınız dedirtmezdik.Her ne kadar Beşiktaş’ta Takoz Recep’in oynadığı zamanlara denk gelsek de fair play ruhunu hiç kaybetmezdik.Maçı sonu ise ya akşam ezanı okunduğunda yada annesi top sahibini çağırdığında gelirdi.Maç esnasında karşılaşılan en büyük sorun oradan oraya koşmanın doğal sonucu olan dalak şişmesiydi.Bunun haricinde ne bir sakatlanma ne de kavga-dövüş yüzünden maçı bırakan görmedim.Tek sorun ailenin çağırmasıydı.İnsanda belli belirsiz merak uyandırır;ertesi gün maç sonucu herkese sorulur,eğer takım yenilmişse “oğlum beni babam çağırmasaydı var ya…” gibisinden cümleler kurulurdu.Tam tersi de mümkündü:mücbir sebebin varlığına rağmen takım arkadaşlarınız tarafından takımı sattığınız yönünde suçlamalara mağruz kalır,bu durumu düzeltmek için türlü ağız oyunlarına yatar,geçmişte oynanmış başarılı maçlar hatırlatılırdı.Hele ki geçmişte gol attığınız maç mevcutsa “benim golüm olmasaydı Ersingilleri yenemeyecektik lan ne haber?” tarzında göndermeler yapılır.Son cümlelerde aktardığım komplo teorisiydi.Eğer maçı alnınızın akıyla yendiyseniz racona uyarak etkisi geçene kadar karşı takımı gayet pis gayet çirkef şekilde maç içindeki fair play ruhunu tamamen unutarak “nası çaktık lan 10 tane?” veya “oğlum bunlara bir goller attık dün varya görmeliydin!” gibisinden tahrikler yapılır.Dönemin favori galibiyet şarkısı ise “Bu gece barda gönlüm hovarda çalsın sazlar oynasın kızlar…”.

Cumartesi, Ekim 29, 2005

Mavi Muammer-2



Bazı arkadaşların Levent Kırca’nın Mavi Muammer filmi üzerine yazdığım 1-2 şey üstüne,Mavi Muammer hakkında bir şey bilmedikleri hatta Mavi Muammer filmlerini sevmedikleri hakikatıyla karşılaştım.Kendimi,kültleşmiş,hafızalarda yer etmiş kavramlar üzerine kafa yormaya sorumlu hissettim.Neredeyse benimle yaşıt olan bu filmleri biraz da olsun hatırlatmak için elimden geleni yapacağım;belki de millet galeyana gelip televizyon kanallarına bu filmleri yeniden yayınlamaları için baskıda bulunur.Açıkçası bu da benim çok işime yarar zira halen daha filmlerin bir kopyasını bulabilmiş değilim.Filmler üzerine yürüttüğüm tüm fikir ve gözlemler,uzun zaman önceki televizyonda izlediklerime dayanıyor.Filmlerin ana temaları ve gidişatı zihnimde berrak;ancak kopyalarının hali hazırda elimde olması işin rengini büyük ölçüde değiştirir.Bu sayede de şu basit ve çocuksu yazılarımla sizleri daha da bir aydınlatmış olurum.
Geçenlerde İstiklal Caddesi’ndeki Megavizyon’da Nejat Uygur’un “Hastane mi Kestane mi” adlı güzide tiyatro oyununu bile satışta görünce Allahım neden Mavi Muammer yok diye isyan ettim.Nejat Uygur’un sözünü ettiğim tiyatro oyunu da şahanedir,80lerde ve 90ların başında video furyasının bir parçası olmakla gurur duyarım hep;Nejat Uygur’u çok erken tanıdım bu vesileyle.Aynı şekilde hatırlatmak istediğim diğer bir olgu da Ferhan Şensoy ve Orta Oyuncular tiyatro grubudur.Münir Özkul gibi efsane bir ismin bile dahil olduğu bu tiyatro grubu,Nejat Uygur ve Mavi Muammer gibi video furyası zamanında çok leziz ürünler sundular.Bunlar çok sonraları VCD olarak da piyasaya sürüldü,meraklılara şiddetle tavsiye ederim.Ferhan Şensoy favorim ise Soyut Padişah’tır.İlerde bu konu hakkında da yazacağım.Neyse Levent Kırca ve Mavi Muammer’e geri dönelim:Hemen hatırlatacak bazı şeyler aktarayım.Muammer bir kimya mühendisidir ve sürekli bu sektörde çığır açabilecek şeyler üzerinde çalışmaktadır.En büyük başarısı ve filmlerin dönüm noktası ise Mumi Şampuanıdır.Evet Mavi Muammer Mumi Şampuanı’nı icat edip piyasaya sürmüştür. Şampaun’ın ilk deneği ise filmdeki ismini hatırlayamadığım usta tiyatrocu ve sanat adamı Sinan Bengier’in ta kendisidir!Mumi’yi kafasına sürdükten sonra saçları dökülür.Kel kaldıktan sonra da kelliğinden istifade ederek başka işlerde uğraşmaya başlar.Filmin bir kısmına Mavi Muammer’e de teşekkür eder: “Abi kel kaldım ama başka fırsatlar açıldı önüme”.Tiyatroculuğa başlar…Ha birde “Mavi” sıfatını Muammer nasıl elde etmişti onu hatırlatayım.Efendim,Muammer’in sevgilisi evli bir seramik sanatçısıdır.Muammer sık sık dostunu ziyaret eder ancak bir gün kadının evindeyken kadının kocası gelir.Nereye saklanacağını bilemeyen Muammer banyoya girer.Banyodaki küvet,seramik sanatçısı kadının kullandığı boyayla doludur.Yakalanmamak için mavi boya dolu küvete girer ve evden çıkana kadar orda kalır.Gece vakti masmavi bir adam sokakta!İşte zaten Mavi Muammer filmlerini kült kılan durum burada.Sokaktan bir taksi geçer;taksici de ileride Olacak O Kadar kadrosunda yer alacak tiyatroculardan birisi,ismini bilmiyorum.Eh,mas mavi bir adamın taksinize bindiğini düşünerek ne gibi olayların ve diyalogların geliştiğini biçimlendirin.Taksiciyi ilginç kılan ise,diğer filmlerde de olduğu gibi,Mavi Muammer’in ne zaman başı sıkışsa tuhaf kılıklara girmesi ve hep de aynı taksiye denk gelmesidir.İleri zamanlarda taksiye padişah kılığında felan binecektir…
Aktardığım önemli parçalar umarım Mavi Muammer kültünün ne olduğunu size az da olsa hatırlatmıştır.

Cumartesi, Ekim 22, 2005

Puşkin


Rusları ve edebiyatlarını derinlemesine incelemeyi,beni pek sarmayan derslerde ve otobüslerde geçen boş vakitlerde onların kitaplarını okuyarak sürdürdüm.Bu yazımda da kimilerine göre Rus edebiyatının kurucusu sayılan;diğer klasikleşmiş müelliflere göre daha erken zamanlarda ürün vermiş Aleksandr Puşkin’i konu edindim.TCK madde 96’da düzenlenmiş eziyet suçunun maddi ve manevi unsurunu dikkate alarak yazılarımı okuyan dostlarım(Artık laubalilikten uzak bir tanımlama okura dostlarım diye hitap etmek.),niçin Ruslar ve Edebiyatları üzerine çözümlemeler yaptığımı merak eder hale geldiyse,onlara vereceğim yeknesak yanıt mevcut değil.Sorgulamayı bir kenara bırakın okumaya devam edin ve beni gereksiz yere kafa bulandırıcı cümleler kurmaktan vazgeçirin.Hemen burada edebiyat ve süreli yayın dünyasına bir dokundurmada bulunayım.Uzun süredir takip ettiğim bazı yazarlar,yazılarını yazarken ne tür müzik dinlediklerini yazar olmuşlar.Eh benimde pek bir eksiğim yok ben de Kurban’ın Sert albümünü dinliyorum.Kurban iyi bir gruptu,dağılmalarına çok içerledim çok üzüldüm.Kanımca sürekli saçını kırmızıya boyayarak kendine işkence eden davulcunun hinliği var gibi bu işte.Zira grup dağıldı hemen baktık ki Athena’nın klipte boy göstermiş abim.Bunlar profesyonel adamlar,niye dağıttınız lan diye sorgulamama lüzum yok amma kırmızı kafalıya seslenerek artık saçını boyamamasını istiyorum.Yazık oluyor o saçlara kurban.Neyse biz tekrar Ruslara dönelim.Aleksandr Puşkin(Parantezi de açtım hemen doldurayım.Dingile bak Alexander’ı Aleksandr yazmış veya Pushkin’i Puşkin yazmış biçiminde zihninde eleştiri kuranlar bu yazıyı okumayı bıraksın diye yaptım mahsus.Zira bende Cumhuriyet sonrası başlayan ve sonu bazı zıpırlarca getirilen yabancı kelimelerin Türkçeleştirilmesi ekolüne dönüş sevdası var.Yazılarımın bazı noktalarında böyle Türkçeleşmiş yabancı kelimeler görürseniz lütfen ürkmeyiniz.) en az Tolstoy kadar garip bir yaşama tanıklık etmiş bir adam.Edebi geçmişinde bir olayın etkisi zangır zangır hissedilir.Purgaçev İsyanı!Evet bu isyana acayip takmıştır Puşkin.Durup durup hatırlatır,hikayelerini,düz yazılarını hep bu olaya bağlamaya çalışır.Araya adam sokarak,kitaplarında hiç bahsetmediği halde rüşvet vererek devlet arşivlerine girmeyi başarmış;Pugaçev Ayaklanmasına kafayı takmıştır.Pugaçev İsyanı’nın tarihi isimli güzel bir kitabı vardır ben bunu pek severim amma asıl önemli olan Yüzbaşı’nın Kızı isimli romandır.Bu romanda Pugaçev İsyanı etkileri zangır zangır görülür ki rivayete göre romana konu olan kahramanlar gerçek imiş sadece isimlerini değiştirmiş cin Puşkin.Genel geçer bir hayat hikayesi var bu adamın ne zaman el atsam bir kitaba hemen karşıma çıkıyor ve deniyor ki düelloda ölmüş bu zat.Hoppala,gene garipselliklerle karşı karşıyayız sayın okur.Baron D’anthes diye ibne gibin puşt gibin bir herif yüzünden öldü bu değerli Rus müellif.Baron,Rusya’ya göç etmiş bir Fransız;yazılana göre yakışıklı,çapkın ve arsız piçin tekiymiş.Saray çevresinde dolanıp duran bu piç aynı zamanda Hollanda sefirliğinin de koruması altında Puşkin’in karısına felan sulanınca iş çığrından çıkmış.Puşkin’e imzasız mektuplarla “Yengeyi yalıyorlarlarmış lan ehehe” diye mektuplar almaya başlayınca St.Petersburg’da Puşkin iyice taşak oğlanı olmuş.Bakmış bu böyle olmuyor,Puşkin hodri meydan diyerek Baron’a düello teklif etmiş;ama yok Baron öyle sıfatı gibi değil tırsağın teki çıkmış “ben yengeye değil senin baldıza meylettim” diyip Puşkin’in baldızıyla evlenmiş.Puşkin de bu faslı kapattım derken baldızıyla evlenmesine rağmen çirkeflikleri devam edince bu sefer berserk geçirerek 8 Şubat 1837’de Baron’u düelloya çağırdı.Düello St.Petersburg yakınında bir çay kenarında gerçekleşir.Baron tüm çakallığını kullanarak önceden ateş edip Puşkin’i ağır yaralar;düello şahitleri hemen Puşkin’i alıp götürürler ancak St.Petersburg Acil Yardım’daki tüm çabalara rağmen kurtarılamaz;2 gün can çekişir.İşte okuyucu henüz 38 yaşındaki büyük müellif böyle boktan bir mesele yüzünden Allahın mal Fransızına 10 Şubat 1837’de kurban gitti.Şerefini korumak için,kendisine gavat veya godoş dedirttirmemek için savaştı ve öldü.Baron ipnesi de hafif yarayla kurtardı işi.Bu vakte kadar hayatındaki garipsel bir kesiti anlattım,başka şeylerden de söz edeyim.Misal,benim de pek sevdiğim diğer bir Rus müellif Gogol’un Ölü Canlar romanının konusunu Puşkin vermiştir!Daha sonraki zamanlarda Gogol romanı bitirip Puşkin’e okuduğu zaman, daha önceleri ne zaman ona yapıtlarımı okusam samimi bir gülümsemeyle dinlerken,Ölü Canları dinlediği zamanlarda anlaşılmaz bir üzüntüye gark oldu ve bittiğinde “Rusya ne hale gelmiş lan oğlum” dediğini aktarıyor.Resmi tarih tezinin atladığı en önemli husus ise,Ölü Canlar’ı okuyup bitiren Gogol’a karşı Puşkin’in “oğlum” demesinin küçük çaplı bir gerginliğe neden olduğudur;çünkü bu durum üzerine Gogol da “asıl ben senin ananı s…. sen benim oğlum oldun” dediği söylenegelir.Neyse ki iş tatlıya bağlanmış,Puşkin özür dileyerek paçayı kurtarmıştır.

Bir Festival Macerası


Coca Cola’yı ve Anadolu Grubu’nu davetiye ile sömürmenin verdiği rahatlıkla çıkmıştım yola.Yanımda bacım dediğim kızlar ve vurucu timi oluşturduğum dostlarım vardı.Fakülte koridorlarında kızları kesip tecavüz tayfa izlenimi vermenin acısını her sene çekerdik.Bu festival bizim için daha değişik,daha nezih ortamlara kapağı atmanın köprüsü olacaktı.En azından ben kafamda öyle kurgulamıştım.Otobüs şoförü yolu 1 saat uzatınca seyir halinde konuşmadık ama küfürleştik.Seyir halinde şoförle konuşmanın yasak olduğunun bilincine çok önceleri varmıştım.Allah’tan Özel Halk Otobüsüne rast gelmedik.İETT’ye göre daha psikopat daha bir minibüsçü havasında,can taşıdığının farkında olmayan adamlardı bunlar.İETT’nin emektar şoförü Başbakan’la aynı müessese altında çalışmanın verdiği gurur ve azimle itinayla tartışmaktan kaçınıyor;ben ise ardı ardına küfürleri sıralıyordum.Otobüsteki diğer festival sevdalılarının telkinleriyle sinirlerim yatıştı ve küfür etmeyi kestim.Daha önceden Avcıların ve sonrasının Allah’ın unuttuğu yerler olduğunu gördüğümden dolayı 2 saattir yolda olmamıza rağmen halen daha beton blokların her yanı kapladığını görmezden geldim.Benim gözüm o sıra otobüsün koltuğunda oturup Vurucu Tim’den Orhanla muhabbet eden kızdaydı.Ne konuştuklarını iyi duyabilmek için şoföre tekrar küfür ettim,motorun sesini kısmasını söyledim ama motor sesinden dolayı sesim ona kadar gitmedi.Küfürlerimi duyan festival sevdalıları “kime küfür ediyorsun lan sen” dediler, “aman abi size değil,öndeki kamyonun şoförüne” dedim.Kız tatlıydı,şirindi. Ne konuştuklarını anlamadım,çok sonraları öğrendim ki Vurucu Tim klasiği yaşanmış,Orhan kızın izini kaybetmişti.Uzun ve ayakta geçen yolcuğun mayhoşluğunu üstümden atmak,Anadolu Grubu’nun işten çıkardığı Coca Cola işçilerinin biz otobüsteki festival sevdalılarına karşı el hareketleri çekmeleriyle ve duymadığım küfürleriyle bozuldu.Eylemlerinde haklıydılar söyleyecek sözüm yok;sadece el hareketlerine içerledim.Otobüsten iner inmez onlara doğru çemkirdim ve Jandarma’nın verdiği sonsuz güven duygusuyla festivale doğru ilerledim.Kapıda da kahredici bir sıra vardı;bu işte bitti,sonra girdik.Pamela Spence Türkü çığırıyordu…(Şu esnada bu yazımın pek de okumaya değer olmadığını gözlemledim.)

Perşembe, Ekim 20, 2005

Yeni Öğretim Yılı


Fakülte resmen 5 Ekim’de yeni eğitim ve öğretim yılına başladı.Üniversitede ‘eğitim’ kavramını kullanmak ne kadar doğru,açıkçası emin değilim.Üniformalı eğitim sisteminde bile ‘eğitim’ kavramını rafa kaldırıp,veletlere salt bilgi pompalayarak treni yürütüyorlar.En azından ben öyle hatırlıyorum.Üniformalı yıllarımda aldığım yegane ‘eğitim’ aşısı abur cuburdan kaçınmaktır.Her zaman iftihar ederim.Bunu bir yana bırakıp Fakülte’deki tatlı ama son derece gereksiz heyecana dönelim.Üniversiteye ilk girdiğim sene gibi hemen ilk günden kekliğimi gösterip okula gitmedim.Çünkü biliyordum ki okulda ilk iki hafta bir bok olmazdı.O yüzden okula sadece sınav sonuçlarını öğrenmek ve öğrenci işlerinde boğuşmak haricinde pek uğramadım.Okula adımımı atıp,yeni anfimde,yeni hocalarımla,yan anfilerdeki güzel kızlarla tanışmam ancak iki hafta sonrayı buldu.Güzel kız portföyü genişlemişti.Geçen sene üst katta olup güzellikleri ve tatlılıkları hakkında yorum yapamadığım ikinci sınıflar bu sene üçüncü sınıf olmuş ve aynı zamanda benim anfimle komşu olmuşlardı.Ne kadar güzel durumdu bu dostlarım…(Aralarda böyle dostlarım falan sıkıştırmak da amma laubali bir harekettir.)Her zamanki gibi anfinin en arka kapısı açık olduğundan adeta hırsız gibi anfiye girip en arkalardan bir yere oturdum.Yüzlerini uzun zamandır görmediğim Anadolu tayfa ki hemen hemen hepsi Altunizade’deki Yurt-Kur yurdunda barınıyorlardı,arka sıraları kaplamışlardı.Haber spikeri formatında bir kadın Devlet Özel Hukuku anlatmakla meşgulken ben arka sıralarda bu güzel hocanın iyiniyetini sömürerek okulun kapısında ucuz gazeteler satan bayiden aldığım Milliyet isimli sığ gazeteyi okumaya koyuldum.En arka sıralardaydım ve arka kapı açıktı.Bu sene dikkatimi çeken yegane unsurlardan biri okulun pek bir kalabalık olmasıydı.Alt sınıfların davarlığını verdim,güldüm geçtim.Vatandaşlık,ikametgah ve mülteci hususları haber spikeri formatındaki hocanın anlattığı ana konulardı.Mültecilerden bahsederken,sadece siyasi,dinsel ve ırksal ihtilaflardan ve kovuşturmalardan dolayı kendi ülkelerinde barınmaları mümkün olmayıp başka ülkelere kaçanların mülteci sayılabileceğinden dem vurdu.İşte o an beynimden vurulmuşa döndüm,ellerim titremeye,kalbim hızla atmaya başladı.Aniden üçyüz kişilik anfide olanca çekingenliğime ve utangaçlığıma rağmen ayağa kalktım ve hocayla tartışmaya başladım.Kendi tezime göre genel geçer bir mülteci tanımının mümküniyatı yoktu,İtalyan sahillerinden yakalanan Pakistanlı mültecilerin hiçbir siyasi,ırksal veya dini gayeleri yoktu;haber spikeri formatındaki hoca ise beni yerime oturmam konusunda uyarıcı sözleriyle paylıyordu.Ona aldırmadan beynelmilel hukuk konusunda bildiğim tüm kalıpları anfi arkadaşlarıma tekrarladım.Üçyüzü de birden bana dönerek,bir hırsızlık zanlısına bakan esnaf gibi baktılar.Dürüst olmak gerekirse bu bakışlardan tırstım ve özür dileyerek yerime oturdum.Bu amfide ders anlatmanın ne kadar zor bir şey olduğunu da hocamız anlattı,pişman oldum.Bu fevri hareketimin neye yol açtığını çok sonraları öğrenecektim ama sizlerle paylaşmam şuan mümkün olmaz.Bir de bizim anfideki bu arkaya dönüp bakma geleneğini bozmaya karar verdim.Derste veya ders arasında arka sıralardan kim konuşsa üçyüz kişi birden arkasına dönüp konuşana bakıyordu.Bu duruma her seferinde sinirlenip konuşmak için kürsünün önüne kadar geliyor;herkese arkamı dönüyordum.Şimdiki taktiğim ise ben konuşurken bana bakan üçyüz kişiye karşı nah işareti çekmekti;ama daha deminki sert bakışları hatırlayınca bu davranışımın ne kadar da ahmakça olduğunu anlayıp gazete okumaya geri döndüm.Vurucu timden Orhan, “canım sıkıldı lan çıkalım” dedi. “Hayhay” dedim.

Perşembe, Ekim 13, 2005

Tolstoy


“Tolstoy tam anlamıyla rüyalara giren ak sakallı dede formatında bir adamdı.82 yaşında ölmüştü.Babası da konttu,lordu,kraldı;ismi Nikolay İlyiç Tolstoy,bir Napolyon savaşları muharip gazisi eli öpülesi insandı.Tolstoy ak sakallı dede formatına rağmen çocuk gibi karısına eşine dostuna küsüp onlardan kaçacak kadar çocuksu bir adamdı.Eskişehir tren istasyonunda ölmüştü…O benim dedemdi ulan!” diye bir şey yazsam beni ayıplarlardı Ruslar;çünkü Tolstoy dedem değildi ve hiçbir zaman Eskişehir-Haydarpaşa yolunda trende bira içmemişti.Kemal Tahir Moskova’ya gitmiş bunu gezdiriyorlarmış(zaten Moskova’da tahsil etmiş bir adamdır),bakmış paso bir adamın heykeli var sormuş “bu kim?” diye,Ruslar hemen cevaplamış:Lenin! “Lan” demiş “siz mal mısınız?Dostoyevski gibi bir adam varken bunun heykelini dikmişsiniz memleketinize” İşte arkadaşlarım,Ruslar ve edebiyatları üzerine söylenebilecek en manidar laf budur.Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ını lise 2’de okumuştum.Küçük yaşıma rağmen beni derinden etkilemişti.Sonat deyince ürperir,müzik dinleyemez hale gelmiştim.Her daim Tolstoy gibi nur yüzlü bir adama sahip çıkmadıkları;onu anlamadıkları;küstürdükleri için Ruslara kinle bakarım,önyargılı davranırım ve onlar hakkında dedikodular çıkarırım.Gün gelir karşıma bi Nikiforoviç veya bir Anton çıkıp da “lan sen Nazım Hikmet’e sahip çıktın mı?Orhan Veli neden garipsel bir adamdı?” diye bıdıbıdı ederse, hiç çekinmeden yumruğumu suratlarına patlatır ve mahalleden tanıdığım tüm it kopuğu “dövüş var lan” diye üstlerine salarım.Orhan Veli PTT çukuruna düşerek zaten ne kadar garipsel bir adam olduğunu ispatlamış bir şairimizdir.Nazım Hikmet ise “Ran” olan soy ismini kullanmayarak,onu saklayarak ileriyi düşünmüş ve “işte yoldaşlar,bilgi yarışmaları için soru olsun bu benim mücadelem…” demiştir.Neyse bütün bunlar Rusları alakadar etmez.Onlar tüm dünyaya mal olmuş yazarlar çıkarmış bir millet,kendi sorunlarımızı onlara aktararak kafamı siktirmek istemem.Lise 2’de okudum demiştim Kroycer Sonat’ı;yalan değildi gerçekten okumuştum o arada kalmış yaşımda.Yaşıtlarım Half Life’da death match yaparken ben oturdum okudum.Ama nasıl bir hazla nasıl bir coşkuyla okudum bir tek ben bilirim.Şule Yayınları diye bir şirket basmış bendeki baskıyı.Şule bence çok dinci bir isim böyle Fethullahcı yapılanma kokuyor içinde;neyse bu konuyu geçelim.Arka kapağa şunlar yazılıydı: “Kroyçer Sonat,benim üzerimde korkunç bir etki uyandırdı.O zamana kadar farkında olmadığım hislerin varlığını bilmediğim bir güce sahip olduğum anlar gibi oldu.”Herkes gibi ben de bu cümlelerin,Sabahattin Eyuboglu gibi yahut Nurullah Ataç gibi bir kültür adamının kaleminden çıktığını sandım.Kitabı ikinci el almıştım.Edebiyat ve Edebi Metinler hocam Refaattin Kavak(kendisine Rafo derdi) aynı zaman sahaftı,ondan almıştım belki kültüre yatkın,kitap okumayı seven ve parlak bir öğrenci izlenimi vererek kanaat notum yükselir gayesiyle.Eğer bu numaram tutmazsa,ek iş yaptığını Milli Eğitim Müdürlüğü’ne isimsiz dilekçe ile şikayet etmekle tehdit edecektim.Sormaya çekindim,“kim bu naif sözlerin sahibi hocam?” diyemedim.Meğer Tolstoy kendisi yazmış bunları…Çakal.
(karikatür:umut sarıkaya)

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Mavi Muammer



Yazıya başlamadan önce hemen belirteyim eğer elinde Mavi Muammer’in herhangi bir şekilde kaydı varsa benimle irtibata geçsin.DVD,VCD, VHS ne biliyim herhangi bir şekil işte.En adi filmlere kadar VCD piyasası yaratmışlar ama bir Mavi Muammer bulamadım koca ülkede.Kadıköy-Yazıcıoğlundaki at hırsızı heriflerin cd sattığı pis işhanlarına girmekten tırstım açıkçası.Güya Dönüş Yok filmindeki tecavüz sahnesinin çekildiği,tavanından pis su borularının geçtiği koridora benziyormuş her tarafı.Gidemedim,gitmedim dostlarım üzgünüm.Bu arada bahsettiğim sahnedeki aynısının tıpkısı ortam bizim okulun yemekhanesinin kapısına bakan koridorda mevcuttur. Half Life ortamını yaşamak isteyenler gece bizim okulda takılabilirler.Neyse,eskiden VHS dükkanları vardı misal Ulus Video gibi ama çağa ayak uyduramadan tükenip gittiler.DVD denilen olaya da bir türlü alışamadım,almadım DVD player falan da eve hala tek tabanca dandik VCDlerle idare ediyorum.VCD demişken gene üstün edebi kişiliğimi konuşturarak bir anımı nakledeyim kısa ve öz olacak şekilde.Enemy at the Gates-Kapımdaki Düşman Türkçe’si-isimli filmi itiraf ediyorum korsan VCD alıp izledim pişmanım.Ama çok enteresan olan anım korsan VCD almam değil elbette.Filmi izledim bitti neyse çat filmin sonunda alt yazılar garipleşmeye başladı.Üşendim şimdi VCD takıp harfi harfine yazmaya ama aşağı yukarı şu şekildeydi:”İşte gördünüz Ruslar böyle eziyetler çekti ama şimdi de Çeçenistan’da zulüm ediyorlar!”.Çeçen mafyasının eline düşmüş bir garibandım bu gerekli ve son derece çarpıcı mesajı aldıktan sonra.Bence çok akıllıca mesajı düşünüp oraya sıkıştıran adamın kafası iyi çalışıyor,propaganda taktiklerinden çakıyordu.Konuyu biraz saptırdım sanırım ana temam Mavi Muammerdi.80lerde hatırlanması gereken,es geçilmesi büyük bir ihanet sayılabilecek bir kavram Mavi Muammer.Önceki yazımda da bahsettim,Levent Kırca’nın kendi fantastik arenada ispatladığı bir film bence.Onun öncesinde Nevra Serezeli ile beraber karı-koca avukat olduğu filminde İtalyanca nasıl yazıldığını bilmediğim bir adam vardı.İsmi Reccianiydi.Bu adamın plaklarını aradım filmi izledikten sonra.Tabi ki plak devrinin sonuna yetiştiğim için babamın Erzurum’dan alığı,delicesine özelliklere sahip müzik seti ki kendisi hem televizyon hem plakçalara hem kaset çalar hem de radyo işlevi görmekteydi,Recciani plakları çalma şerefine nail olamadı.Bulamadım o muazzam insanın plaklarını.Bu hüsranlı olaydan sonra ilerde eski sevgilim evlenir ve kocası da avukat olursa, eski sevgilime kocasının yanında Adamo CD’si hediye etmeye and içtim.Evet arkadaşlarım gerçekten bunu şuursuzca yapacağım ve ardıma da bakmayacağım.Ardına bakmamak fiilinden dem vurmuşken bu işi en iyi yapanın Münir Özkul’un Yaşar Ustası olduğunu da belirtmeden yazımı noktalamak istemiyorum.Mavi Muammer ile Yaşar Usta Türk Sinemasının mihenk taşlarıdır ulan!

Gonçarov...

Gonçarov denen adam bir kitap yazmış zamanında,görülebilecek en tembel insanı anlatıyor.Alıp okuyamadım hala kitaplıkta tıpkı kahramanı gibi yatıyor.Hiçbir zaman bu Rus aydınlanmasını ve üretkenliğini anlayamadım.Rus toplumu kokuşmuş ondan dolayı böyle dünya klasikleri ortaya çıktı diyorlar ama inanmıyorum.Kafamda kurduğum sinsi kurguya göre 19.yy.da bu Ruslar çok uyuşturucu kullanmış ondan kafaları makine gibi çalışmış.Şimdi bu cümleden art niyet koparıp,uyuşturucu kafayı daha mı çok çalıştırıyor diye yakama yapışmayın.Uyuşturucu kafayı ne kadar çalışır hale getiriyor bilmem ama kardeşim doğruya doğru,böyle bir üretkenlik de normal insan randımanından da fırlama değil.Bu Ruslar için acayip soğuk adamlar diyorlar,paso içki içip ısınmaya çalışıyorlarmış.Daha önceden kurduğum sinsi kurguyu hemen bertaraf edip yenisini hayata geçiriyorum.Bu üretkenlik bu manyakça yazım sevdası alkolden kaynaklanıyor.Bu Gonçarov denen adam da 1 ayda yazmış küçük fontlu 600 sayfalık romanı.Yıllarca kafamda taşıdım hikayeyi,gün geldi hoop yazıverdim diye birde dayılık taslıyor.Şimdi hiç kaybedecek bir şeyim olmasa,işim gücüm evde oturup televizyon izlemek veya kitap okumak olsa ben de sıkarım kafamdan Rauf diye bir karakter dolaştırırım tüm dünyayı.Önemli olan geçim sıkıntısı çekip de böyle süründükten sonra yazmak tüm bunları.Bu son cümle bir Levent Kırcasal oldu ama siktir et.Levent Kırca demişken,bu adam eskiden komikti sonradan cıvıdı.Herkesin bildiği gerçeği bir daha gün ışığına çıkardım gibi oldu ama öyle cidden yahu.Misal Mavi Muammer bence 80lerde çekilmiş muhteşem filmlerden biridir.O boktan kameralarla çekilen absürd ve fantastik ortamın hastası olmuştum ilk izlediğimde.Bu arada 80lerde neden sinema filmlerinin görüntü kalitelerinin bu kadar boktan olduğu sorusunun cevabını iletişim okuyan bir ahbap verdi bana geçen zamanlarda.70lerde sinema sektörünün krize girmesiyle bunlar eski kameraları falan satmışlar yerlerine daha ucuz kameralar almışlar o eski cillop görüntü veren kameralar tarih olmuş.Şimdi edebi kabiliyetimi kullanıp hiç çaktırmadan başka bir konuya zıplayacağım ama konu bulamadım yazacak.Ben en iyisi tekrar Gonçarov denen herife geri döneyim.Tembel adamı anlattığı romandan sonra bir de uçurum diye bişi yazmış.Hayat hikayesine göre 10 yıl uğraşmış bunla.Hemen bunun üzerine de yorum yapayım.10 yıl çok mu kısa bir zaman yoksa çok mu uzun bir zaman.Bu yazımı lütfedip de okuyan değerli arkadaşlarım sizlere 10 yıl önce ne yaptığınızı ve hatta 10 yıl sonra neler yapacağınızı kafanızda imgelendirmenizi isteyerek klasik bir düz yazı müessessisini de hayata geçireyim.Yazıyor muyum acaba saçmalıyor muyum bilinmez;ancak yaza yaza pratik kazanılır bunun vebabilini de okuma gafletinde bulunan çekiyor ne yapalım.