Cumartesi, Şubat 03, 2007

Kavga

O gün birilerinin doğum günü vardı. Erkek ki biz ona artık kısa ve net olarak E diyeceğiz, bu tip arkadaş ortamlarındaki ufak tefek organizasyonlara tek başına gitmeyi sevmezdi. Mutlaka yanında sevdiği, en azından ortamda sıkıldığında beraber geyik çevirebileceği, etraftaki insanların kusurlarını bulup onlarla dalga geçebileceği ve içinden kahkahalarla gülebileceği bir arkadaşının bulunması isterdi. O gün de öyle oldu, bir arkadaşını ikna edip doğum gününe arkadaşıyla birlikte gitti. E’nin ona sıkıldaşlık etmesi için beraberinde getirdiği arkadaşı da doğum günü sahibinin ve diğer misafirlerin arkadaşıydı.
Doğum günü partisi, çok şaşalı olmayan, eskiden öğrenci evi olan ve şimdilerle öğrencilikten emekli olup çalışma hayatına atılmış emekli öğrencinin cebine para girmesiyle adama benzemiş bir evde yapılıyordu. Artık evde, öğrenci evinin iğrençliğinden eser yoktu. Güneşin batmasıyla insanlar birer birer eve damlamaya başladı.Çalışma hayatına atılan bu emekli öğrenci grubu artık ancak böyle özel günlerde beraber oluyor, hasretlerini böyle gideriyor ve kimin daha kolay yaşlandığını böylelikle gözlemliyorlardı. Birbirlerine ayda kaç para kazandıklarını da sormaları en sevdikleri hobileri haline gelmişti. Ev kalabalıklaştıkça, hasretler giderildikçe ortam ısınmaya başladı, haliyle muhabbet koyulaştı.
Doğum günü pastası kesilene kadarki safhada pek alengirli olay olmadı. Hediyeler verilmeye başlandığında ise E’nin tek hatırladığı şey, hediye seçmekte ne kadar zorlandığıydı. Gerçekten de bu işlerden hiç anlamıyor, insanlara özel günlerde ne hediye alacağını bilmiyor dahası kafası da çalışamaz hale geliyordu. Adeta mallaşıyor, eski bir doğum gününde sevdiği arkadaşına aldığı aptal vazoyu hatırlıyordu. Baştan beri alacağı hediyelerin, hediye sahiplerine derin manalar sezdireceğine inanıyor, “ulan biz bunu aldık ama şimdi bu kız yanlış anlamasın bişi mi ima etmeye çalışıyorum diye” gibisinden düşünceler kafasından hızla akıyordu. Bilhassa bir kız arkadaşına hediye almak istediğinde sorguladığı şuydu: Bunu alacağım ama beğenecek mi? Çünkü kız kısmında beğenme portföyü hiç geniş değil, daracıktı. Hiçbir şeyi beğenmiyorlar, mahsus yalandan “ay çok teşekkür ederim ne ince düşüncelisin” gibi yalanları sıralayıveriyorlar, daha sonra da: “ulan ne öküz adammışsın ala ala bunu mu aldın”. Bunun farkında olan E, kız arkadaşlarının bu yapmacık ve yalansal hareketlerine sinirleniyor, hediye aldım mı adam gibi bir şey alayım da sussunlar diyordu içinden.İnsanların arkasından konuşmaları da hiç hoş değildi. Başkalarının aldığı hediyelere de dikkatle bakar, sanki hediyelerine kalitesinden bir fizibilite raporu yazacakmışcasına onları incelerdi. İşte, o günkü doğum gününde gene lanet olasıca dikkatine yenik düşmüştü. Kızın biri doğum günü hediyesi olarak şuanda bahsedilmesine gerek olmayan çok komik bir objeyi paketletip doğum günü çocuğuna vermişti. E, bu duruma çok güldü. Hatta dayanamayarak kahkaha attı. Ortamdaki erkeklerden daha ziyade kızların genel bir tavrı oldu. Bu çocuk neden gülüyor diye manalı bakışlar kınından çıkan kılıç gibiydi. Bazılarının ağzından o meşhur ayıplama ifadesi döküldü: “Nıçk nıçk nıçk ve bir kez daha nıçk”. Peki E durup dururken bu komik hediyeye neden histerik kahkalar attı? Bilemiyoruz;ancak bildiğimiz şey şu ki, E’nin bu tip ortamlarda geleceği pek parlak değildi. Bukalemunlaşmak lazımdı, uyum sağlamak. Herkesin gülmediğine gülmemek.
Hediye temaşasının ardından, E’nin korkunç kahkasının şok edici etkisinden sonra pastalar yendi, kolalar içildi artık sıra daha ciddi konulara, mesela alkole geldi. Bir anda masaların üzerine konan votka ve bira şişeleri özelikle E ve yanında getirdiği sıkıldaşının gözlerinde flaşlar patlattı, E’nin kontakt lens dolu gözleri açıldı. Alkol ve kızlı ortam hep E’nin ve sıkıldaşının dikkatini çekmiş, bir gün olsun da Amerikan ev partilerindeki ortam bize de gelse de neler oluyor acaba izlesek diye iç geçirdiler. Ortamda çiftlerde vardı, onlar kötüydü çünkü birbirlerini severler, ilişkileri haricindekileri dışlarlardı. Erkekleri abazan, kızları da evde kalmış diye küçük görürlerdi. E’yi bekleyen bir sorun da, kahkahasının ortamdaki kızlar üzerindeki etkisiydi…
Müzik ve alkol iyi bir ikili oluşturmuş, insanlar daha bir kaynaşmasına yardımcı oldular. Birbirini tanımayan insanlar yavaştan “tanışalım mı?” moduna giriştiler. Bu arada, E ve ona sıkıldaşlık eden arkadaşı da ortamı gözlüyorlar bir yandan da demleniyorlardı. E, gözlerindeki kontakt lensin kurumasını hissettiği anda gözleri daldı. Gözleri yeniden hayata döndüğünde karşısında gördüğü kız onu felce uğrattı. Aşık falan olmamıştı, felce uğramasının tek sebebi bu kızın hediyesine güldüğü K olmasıydı. K, sanki kahkahanın öcünü alacakmışçasına E’nin karşısına dikilmiş ona dik dik bakıyordu. E de bu saniyelik olay arasında sıkıldaşı olan arkadaşını gözleriyle aramış, onu ortamdaki kızlarla muhabbet ederken bulmuştu. İşte şimdi kahkahasıyla kendi çapında madara ettiği kızla, K ile yalnız kalmış, kamikazeler gibi dalışı bekleyen K’nın nefretine maruz kalacaktı. K, uzun siyah saçlara sahip, kot pantolon üzerine siyah uzun kollu vücudunu saran bir svetşort giymişti. Diğer erkeklerin ilk bakışlarında “ulan ne hatunmuş” diyecekleri güzellikte değildi, “taş” sınıfına da girmiyordu. Ama güzeldi, kendine has bir havası vardı. E’nin dikkatini de bu çekmişti ama bir anda tekrar gerçek hayata döndü; çünkü birazdan fark edilmiş güzelliğin hışmına uğrayacaktı. K, öncelikle hediye verirken E’nin neden kahkahalarla güldüğünü ve alaycı ifadeler aldığını sordu, hiç utanması yok muydu? İnsanlarla dalga geçmek onun hoşuna mı gidiyordu? Kendisi mükemmel miydi? Kendisini ne sanıyordu? İş sadece sorularla kalsa iyi, E’ye bir de tokat patlattı. Evet evet resmen bir kız E’ye tokat patlatmıştı. Bu vahim durumun tek avuntusu, K’nın patlattığı tokadın yankısı diğer insanlar tarafından hissedilmemiş, sadece E ile K arasında kalmıştı. Herkes uğultunun içine dalmış, bu ikiliyi dikkate değer bulmamıştı. Alkol ve müzik vardı. Tokadın etkisi E’de derin oldu. Hiçbir şekilde bir kızdan, hele hele dalga geçtiği K’dan böylesine bir hareket beklemiyordu. K ise tokadı patlattıktan sonra arkadaşlarının arasına döndü. E ise, tıpkı Türk filmlerinde jönün tokat yedikten sonra elini yanağına götürmesi hareketini yaptı, şaşırdı. Şaşkınlığı sürerken sıkıldaş arkadaşı geldi “ne oldu lan kız ne yaptı?” diye sordu. E ise olan biteni anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kaldı, çünkü anlatırsa sıkıldaşı bunu tüm gece dalga konusu yapacak, onunla feci alay edebilecekti. E zoru seçip olup biteni anlattı. Sıkıldaşı sadece iğrenç bir “ehehehe” patlattı.
Doğum günü partisi normalden erken başlamıştı, gece daha uzundu. İnsanlar popüler müzik şarkılarının yanında zamanın Türkçe alternatif rock parçaları eşliğinde muhabbet ediyor, kaynaşıyordu. E ve arkadaşı evin içerisinde bazen dolaşıyor, bazen muhabbet ediyor bazen de gözlerine kestirdikleri geyiklere katılıyorlardı. Gözü bir an bir şeye odaklandı. K, diğer kızlara E’yi gösterip iştahla E’yi nasıl haşladığını, ona nasıl tokat attığını anlatıp gülüyordu. E bu duruma çok sinirlendi. Hemen oradan uzaklaştı ama kendisine de kızdı. Bir kızın oyuncağı haline gelmiş resmen bir kızdan tokat yemiş alay konusu olmuştu. Ortamda aptal aptal dolaşmaya başladı. Aklı alay konusu olmasındaydı. Koridorda dolaşırken K ile karşılaşıyor, K’dan “kendini bir şey mi sanıyorsun” gibisinden laflar işitmeye devam ediyordu. E artık dayanamadı ve K’ya hak ettiği karşılıkları vermeye başladı. Onun ne kadar aptal bir kız olduğunu, hediye olarak seçtiği şeyin Eminönü’nde 1 liraya satıldığını, bula bula bunu mu bulduğunu söyledi ve hemen uzaklaştı. Aradan tahminen yarım saat geçtiğine K ile E yeniden ev içinde karşılaştılar ve birbirlerine dozajı biraz düşük olsa da hakaret etmeye devam ettiler. K bu sefer E’nin yalnız ve çaresiz olduğunu, neden bir kız arkadaşıyla değil de sıkıldaşım dediği elemanla geldiğini yüzüne vurdu. E bu soruya sinirlendi, kızdı, öfkelendi; çünkü K, gerçeği yanağına attığı tokat gibi vurmuştu;fakat onun da geri kalır yanı yoktu. Hadi E öyleydi, ya kendisi nasıldı? O da yalnız değil miydi? Güzelim diye ortalarda dolaşıyor ama erkek arkadaş edinememişti kendisine. Ya kimse onu beğenmiyordu ya da kibrinden o kimseyi beğenmiyordu. 20li yaşlarının başlarındaki iki genç tekrar birbirlerinden uzaklaştılar. E’nin canını sıkan saatin daha erken olması, adam gibi yeni insanlarla tanışamaması bu aptal kızla yarımşar saat aralarla laf kavgasına giriyor olmasıydı. Bir an için kendisinden utandı, keşke kahkaha ile gülmeseydi. Hıncını da sıkıldaşı olan arkadaşından çıkartıyordu, “ulan ne mal adamsın ya bi kız ayarlayamadın bize şuradan senin yüzünden abazan kaldık gavat, bak ifil ifil O.C’.deki hatunların benzerleri var” dedi. Sıkıldaşı oralı bile olmadı, gözüne kestirdiği kızlarla tanışma hayalleri kuruyor, bazılarını hayata geçiriyordu. E’nin yanından ayrılıp öylece gitti. Yalnız kalan E ise doğum günü çocuğunun yanına gidip ne güzel bir parti olduğunu, sorması ayıp kaç yaşına girdiğini ve gelen hediyeleri sordu. Elindeki limon votkayı da bitirmeye çalışıyordu ama limonun ekşiliği tüketmişti onu tam anlamıyla. Bardaktaki votka da tükendiğinde kendisini daha hararetli muhabbetlerin döndüğü salona attı. Müzik setinden gene sevdiği tınılar geliyor, bir yanda yiyişen çiftleri görüyor bir yanda suratlarında mutlu ifadelerle bolca muhabbet edip kahkahalarla gülen insanlar görüyordu. Ama gene o kin dolu gözlerle karşılaştı. Artık karabasan halini almaya başladı. Ortaokulda çıkma teklif ettiği kızlar geldi aklına, onlarda da böylesine acımasız gözler vardı. Hiçbiri kibrinden beğenmemişti. Fena sayılmazdı aslında, ortaokul ve lisede basketbol oynamanın avantajıyla uzun boyluydu, tipi de düzgündü. Ama o kibirden ölen kızlar, kimseyi beğenmeyip evde kalan kızlardı tek düşmanı. K da onlardan biri gibiydi sert bakışlarıyla. E’nin yanına yaklaştı. “Naber küçük prens eğleniyor musun?” dedi. E ise istifini bozmamak istedi, “Sayenizde hayır küçük hanım” dedi. Tokat olayında olduğu gibi kendisini gene Türk filminde yaşar gibi hissetti. Diyaloglar ve davranışlar yavaştan film formatına girmeye başlamıştı. E bunları düşünürken K da “ay yazık kıyamam” dedi ama ses tonu çok alaycıydı ve E’nin yanında ayrılıp başka bir odaya geçti. E de artık bu işe dur demenin zamanı geldi diye düşündü, K’ya tokadın ve bütün bu alayların faturasını ödetecekti. K’nın peşinden koştu, onu nedense boş olan odalardan birinde buldu. Onu bulduğunda K, koltuğa oturmuş cep telefonuyla oynuyordu. E tepesine dikilip “kalk bakalım” dedi, “karşında çocuk yok lan” dedi. “Lan” kelimesinin üstüne basarak konuştu, bir şeyler vurgulamak istiyordu. K merakla ayağa kalkıp, lisede okul çıkışı kavgalarında olduğu gibi “kalkarsam naparsın ulan?” gibisinden baktı. “Bana bak bir daha milletin içinde bana öyle imalı laflar edersen senin canını yakarım”, “Aman çok korktum…” “Ne aptalsın sen ya” “Hahah oğlum git işine yaa tüm gece senin aptal bakışlarını mı izleyeceğim?”. Bu konuşmalar geçerken her iki genç de birbirlerinin gözlerine kilitlendiklerini fark ettiler. Diyaloglar rezaletti ama gözler birbirine kilitlenmişti. Bu zamana kadar sadece nefretle baktığı bu kıza bir anda farklı bir şeyler hissetmeye başladı E. Kızın bakışlarında da bir değişiklik vardı. K da, E’nin yüzüne ve boyuna dikkat kesildi. Kızgınlıkla fark etmediği bu çocuğu inceledi birkaç saniye ve neden tüm gece bununla uğraştığını sordu kendisine. Ne yapıyorum ben ne oluyor diyerek arkasına dönerek gitmeye yeltendi. Bunu gören E de onu kollarından yakaladı. Sert olmaya çalışmıştı, kızın yüzüne dikkatlice baktı ve kollarını serbest bıraktı. K ise, buna sinirlenmişti hem de E’nin ona dokunmasını garip karşılamıştı. “Sen kim oluyorsun be?” dedi ve bu sefer K E’yi yakaladı ve ona acı çektirmek istediğini belli eder gibi kollarını sıktı sıktı sıktı hatta tırnaklarını kollarına geçirmeye başladı. E de hiçbir acı ifadesi yoktu. Gözlerinin K’nınkilerle birleştiğini fark etti. “Ulan” dedi içinden, “yoksa bu hatuna aşık mı oldum ne”. Aynı şeyleri K da içinden geçiriyordu. İkisi de büyük aşkların kavga ile başladığını saçmalık olarak görüyordu. Gelgelelim her ikisi de bu saçmalığa kapılmışlardı. E’nin boyu K’dan uzun olduğu için, K yavaşca başını kaldırıp sakince “Boyun kaç senin?” diye sordu, E’nin kollarını tutmayı da bırakmadı ama daha sıkı tuttu sanki sarılır gibi. “1.85 falanımdır” diye cevapladı E. K bu arada E’nin kollarını mıncırmayı bir kenara bırakıp elleriyle E’nin kollarını kavradı. K’nın aklından geçiyor muydu bilinmez ama E’nin aklından geçen şuydu: Sadece filmlerde gördüğüm şeyler başıma geldi ve evet bu kıza aşık oldum. K’nın hareketleri ve bakışları ise E’nin düşündükleriyle paraleldi. K da bu çocuğa aşık olmuştu. İkisi de heyecanlandıklarını hissettiler, başları birbirlerine yaklaşmaya başladı.Dudakları da öyle…

Not: Yazdığım ilk 3.ağızdan hikayeydi, çok uzattığımı sanıyorum biraz saçmalamış olabilirim. Bir oturuşta yazdım ara vermeden. Konu da biraz 16-17 yaş macerası gibi oldu ama idare edin işte kaç aydır yazı yazmıyordum. Son olarak, olay benim başımdan falan geçmedi, ulan ne ibne adamsın kız arkadaşınla tanışmanı buraya yazıyorsun demeyin. Hikaye tamamen sallamasyondur.

Pazar, Ekim 15, 2006

Erol Taş


Kötü adam için Ekşi Sözlük’te ufak tefek şeyler yazmıştım.Bu beni tatmin etmedi.Burada da yazmaya karar verdim.Erol Taş denince aklıma gelen ilk şey, iğrenç bir buruna sahip gayet çirkin bir adamdır.Esasen, alelade bir vatandaştan daha ziyade, Erol Taş benim zihnimde klasik bir eşkıya tipini canlandırıyor. Sanırım TRT’nin “Küçük Ağa” dizisinde “Çakırsaraylı” isminde bir eşkıyayı oynuyordu, oradan aklıma yerleşmiş.Bunun yanında Türk sinemasının en aptal en duygusuz filmlerinden biri olan Öksüzler’de de cidden leş, çirkef ve fena bir adamı canlandırıyordu. Çocukken izlediğim bu filmde itiraf etmem gerekiyor ki Erol Taş’tan gerçekten tırsardım.Hele hele bizim öksüzün İstanbul caddelerinde dolaşırken yandan Erol Taş’ı görmesi ve arka planda çalan müzik yok mu, Osman Aysu kitaplarındaki korku öğelerine bin basar.Diğer yandan Erol Taş bana göre böbrek hastası bir adamdı.Nereden çıkardım bu yargıyı? Şöyle ki, çocukluktan beri kafamda şu yargı var: Eğer bir insan sürekli terliyorsa, o böbrek hastasıdır.Erol Taş da sürekli terleyen adamlardan.Ensesine koyduğu mendil artık terden kayış gibi olmuş, genç kızların yüzlerini sürmek isteyeceği en son obje haline gelmiştir.Bu terli mendilden başka, Erol Taş ile özdeşleşmiş diğer obje de Yaşar Kemal takkesidir. “O nedir lan” diye soranlara, soldaki resimde üstadın kafasındaki takkedir.Erol Taş’ı betimlemekte meşhur yağlı saçlarını da unutmamak lazım.Adamdaki o yağlı saçlar, terli ve çirkin surat ile herkesi korkutabileceğini düşünmek gerekiyor.Her neyse, bir aktörün-bana göre- hayatta en çok elde etmek isteyeceği, oyunculuğuyla insanları kandırmasıdır.Bu konuyu açarsam, Erol Taş’ın sokakta vatandaştan dayak yemesi, Erol Taş’ın Türk sinemasının en büyük oyuncularından biri olduğuna ilişkin en mühim emaredir.Ulan adam o kadar iyi oynuyor, o kadar iyi rol kesiyor ki tüm millet “sen ne feci bir adamsın ne fena fillahsın” diye Erol Taş’a dayak atıyor.Bunu görüp duyduktan sonra yemişim tüm aktör okullarını, tiyatro bölümlerini.Yalnız şuna dikkat ettim, Erol Taş yaşlandıkça suratındaki kötü adam ifadesini bir kenara bırakmış, daha babacan bir hal almış.Ustanın gerçek hayatta dünyanın en merhametli, en iyi kalpli insanlarından biri olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım.Tüm yazı boyunca sövdüğüm, korktuğum, iyi bir sosyete ve cemiyet hayatı için eleştirdiğim Erol Taş, elbette ki filmlerdeki Erol Taş’tır.Ne yazık ki Erol Taş hayattayken ben tırt bir ortaokul öğrencisinden başka bir şey değildim.Yıllar sonra Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde, Erol Taş’ın sağlığında sahibi olduğu Cankurtaran’daki kahvehane, artık Erol Taş kültür merkezi olmuş ve büyük usta öbür dünyaya gideli 4 yıl olmuştu ama kaldığım öğrenci yurdu bu mabede 100 metre uzaklıktaydı.Bu konuda çok şanssız bir insanım ki yıllarca filmlerini izleyerek büyüdüğüm adamlar ben adam olup büyüyünce, bu dünyayı terk etmişlerdi.Keşke Erol Taş da sağlığını koruyup, anılarını bizimle paylaşsaydı.Başka da bir şey istemezdim.

not: Erol Taş'ın bu resmi, Göksel Arsoy ile oynadığı bir filmden alıntıdır.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

George Orwell


George Orwell diye bir herif var. Bu adam vakt-i zamanında rakamla “1984”, yazıyla “Bindokuzyüzseksendört”, özgün ismiyle de “Nineteen Eighty Four” isminde bir eser meydana getiriyor. Yazıp bitiriyor, sonra gidiyor, arkadaşlarına gösteriyor: “Bakın lan ben böyle bir şey yazdım, alın okuyun”. Arkadaşları bunu mal gibi alaya alıyorlar ve diyorlar ki “Lan Orwell, küçükken de salaktın, şimdi de salaksın. Millet karı kız peşinde koşuyor, sen yok bigbrother, yok hayvan çiftliği yok 1984 uğraşıyorsun”. Şimdi bu terbiyesiz adamlara George Orwell bir cevap vermiş de şimdi terbiyem müsait değil buraya aktarmaya.(Bu arada “terbiyem müsait değil” kalıbı çok iğrenç bir kalıp, terbiyen müsait değilse hiçbir şekilde bahsetmeyeceksin;bunu ileri sürünce insan merak ediyor acaba Orwell arkadaşlarına hangi güzel küfürleri saydırdı diye ya.) Neyse efendime söyleyeyim, George Orwell haldır haldır yazmış durmuş, ama eline ne geçmiş bunu sorgulamak gerekiyor. Totaliter rejimlerin, bireyi değil devleti daha çok öne çıkaran sistemlerin fenalığını gözümüze sokmuştur bunu diyebiliriz. Ben Anayasa Hukuku profesörü olsam, saçma sapan onca kitabı okumaktan vazgeçer, ders kitabı niyetine “1984”’ü okuturdum. Zira sosyal devletin ve hukukun ferdileştirilmesini özetleyen bir kitap. Bu arada, çok çılgın takıldığım zamanlarda, pek sevdiğim bir dostumla birlikte Moda Sahil’den evimize doğru seyrederken, yol üzerinde George Orwell’a acaip derecede benzeyen bir adam görmüştük. Gittik adamla İngilizce konuştuk, dedik “abi sen George Orwell’a acaip benziyorsun, yoksa müstahdem kılığında gezen o büyük müellif misin?”. Tahmin edileceği üzere, herif hiçbir şey anlamadan bize baktı, bizi turist sandı. Biz de fazla üstelemeden yolumuza devam ettik. Bunu niye anlattım? Çünkü George Orwell büyük bir müellif ancak resmen ilkokuldaki müstahdemlere benziyor lan! Tip, kılık kıyafet falan tam müstahdem. Müstahdemlik yapan insanları aşağılamıyorum, onları hor görmüyorum; lakin genel bir müstahdem tipi var toplumda kardeşim. İnce bıyıklar, kadife çeket, kadife pantolon. Ama bu kılık kıyafet tipi giyilmekten eskimiş, asla yeni gözükmeyen, tam bir emekçi üniforması. Sabahın beşinde kalkıp senin bütün pislettiğin sınıfları temizliyor, sınıfların o boktan florasan lambalarını yakıyor, tebeşir bitmişse yenilerini yerine koyuyor. George Orwell’ın diğer bir kitabı “Paris ve Londra’da beş parasız” da, yoksulluktan tükenmiş, resmen bitmiş insanların hikayesini anlatır. Ben de böyle bir bağlantı kurarım işte: George Orwell ölmedi, aramızda yaşıyor!

Perşembe, Eylül 28, 2006

Anzer Balı Yaman Olur

Onur Korkmaz'a ithafen...

Sabahın köründe telefon çaldı.Arayan liseden arkadaşım,herkesin Öco dediği Özcan’dı.Bu adam lisede de aynı tipte,Avrupa Yakası’ndaki Sertaç gibi sürekli salak saçma projeler üretip projeler peşindeydi.Bu sefer beni zehirlemeye karar vermiş ki telefonda “Abi sermayeyi koyuyorsun,Ankara’da kibrit çöpü fabrikası kuracağız” dedi.Ulan arkadaş insan olan bir tavuk çiftliği kuracaz ya da konfeksiyon işine giriyoruz falan der,kibrit çöpü fabrikası nereden çıktı diye kendi kendime sordum,bununla kalmadım bir de Öco’ya söyledim.Öco,hiç istifini bozmadan “Oğlum deli para var” gibi sığ bir cevap verdi.Bu tam gözlerinde dolar işareti yanan adam cevabıydı.Kibrit çöpü üretiminde nasıl bir para olabilir ben anlamış değilim,şahsen de vicdanım kibrit çöpü müteşebbisi olmaya el vermedi,mırın kırın ettim ettim sabahın köründe aradığı için küfürle karışık telefonu kapattım.Ticaretten çok para kazanmak istiyorsan deli olman lazım,herkesin yapmadığını yapman lazım.Mesela bunca senedir anlamam,hastanelerin karşısında varolan yüzlerce eczanelere inat ne diye yenisini açarsın arkadaş?Tamam müşteri direkman hastaneden çıkıp eczaneye geliyor ve “bana bir tylolhot” diyor sende veriyorsun burada anlaştık.Ancak hastanın önünde yüzlerce eczane varsa bu hastayı kapman sayısal lotodan herhangi bir rakamı bilmekle eş değer.Bu gerekçe ile(bu cümleyi de çok severim,hukuk fakültesinde herhangi bir sınavda gerekçesiz cevaplar değerlendirilmez.Önce hukuki dayanağını,gerekçesi yazılır daha sonra da görüşün ve somut olaydaki durum “bu gerekçe ile” kalıbıyla başlayıp gider.) ticaret hayatına kibrit çöpü fabrikası kurarak değil,gerçek bir deliden beklenecek bir hareketle,anzer balına yatırım yaparak giriyorum.Anzer balı dediğin Türkiye üzerinde herhangi bir arıcılık kooperatifinde bulunmayan,çok kıymetli müthiş bir bal ve herifler direkman yurtdışına postalıyorlar,elin Hans’ı,Johann’ı senin yerine hüpletiyor Doğu Karadeniz’in çiçeklerini.O yüzden ben de geçen hafta Rize’ye gittim,Ayder yaylasını bolca gezdikten sonra Anzer balı üretim çiftliği kurabileceğim yerleri araştırdım.Sonuç tam bir hüsran.Zira bu yaylalarda böyle çiftlik kurmanın yolu yok.Kendimce hazırladığım fizibilite raporuna boş boş bakıp duruyorum.Ortaya 1-2 kovan atmakla olmuyormuş bu işler.Rize’ye gelirken de elimde gayrimenkul ve menkul ne varsa sattım,yatırım aracı olarak cebime koydum geldim.Rize’de gördüğüm manzara şuydu: Anzer balını üretmek için Gürcistan’dan özel getirtilen arı türleri ve Kastamonu ormanlarından yapılmış kovan gerekiyor.Balı üreten köylülere bunları nereden temin ettiklerini ve benim nereden temin edebileceğimi sordum.Kibarca beni deli olduğum gerekçesi ile Jandarma’ya teslim ettiler.

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Konuşan Eşekler Ailesi


Çok uzun zaman olmuş yazı yazmıyorum buraya vay anasını.Kendimi affetirmek için kaç aydır ne yapıyorum ne ediyorum kısaca ondan bahsedeyim bari.
Uzun süredir Türk edebiyat çevrelerini derinden sarsacağına inandığım bir roman üzerinde çalışıyorum.İsmi yazının da başlığında olduğu gibi "Konuşan Eşekler Ailesi".Öyle bir roman yazıyorum ki Doğan Hızlan denen adam bile haftalarca CNNTürk'deki programına sadece beni konuk edecek;Hürriyet'deki köşesinde 1 hafta boyunca sadece benden bahsedecek.O kadar iddialıyım yani.TÜYAP kitap fuarında fırtına gibi eseceğim.Süpersonik bir Türkçe ile mükemmel kurgunun harmanlanması ve sonuç Nobel edebiyat ödülüne aday bir eser!Ünlü Ceza hukuku müellifi ve benim de sevdiğim saydığım bir hocam olan Mehmet Emin Artık vakt-i zamanında şu mühim kelamı etmişti: "Övünmeyi sevmem ama tecrübelerden de yararlanmak gerek".İşte bu ruhtur,yüce bir ruhtur.Ben de kendime bu yolu baz alarak,çılgınca övüyorum kendimi.Esasen bir boka benzemeyen yazdığım yazıları,para verip tutacağım köşe yazarlarının övemeyeceği kadar övüyorum.O kadar iddialıyım lan.Peki nedir bu "Konuşan Eşekler Ailesi"'nin sırrı?Şimdi dürüst konuşayım,Kafka'dan etkilenmedim değil.Herif koskoca adamı böceğe çevirdi.Ben de özendim,mazbut bir Türk ailesinin günden güne,çarpıcı şekilde evlerinde eşekleşmesini romanlaştırdım.Bu daha önce Türk edebiyatında denenmemiş bir tarzda roman çalışmasıdır,kimse daha önce yazıldı götünden sallama demesin."Konuşan Eşekler Ailesi"'nin Türk edebiyatında yapacağı patlamayı önceden sezen Sinan Çetin de ne yaptı ne etti nerden bulduysa benimle irtibata geçti.Cidden çok şaşırdım beni nasıl bulduğuna.Sonuçta kendi halinde Avrupa Yakası izleyen bir adamım.Sinan Çetin ile olan münasebetim bundan ibarettir.Sinan Çetin telefonda aynen şöyle konuştu(Aynen diyorum çünkü ben heyecanlanıp bir daha Sinan Çetin ile konuşamam diye telefon konuşmasını kayda aldım.Mahalleden arkadaşlara anlatırsam her zamanki gibi inanmaz o piçler.Şimdi elimde kayıt var hepsine dinlettim.Ağızları açık kaldı!): "Roman konunuz çok ilgimi çekti.Taksim'de stüdyolarıma gelirseniz detaylıca konuşabiliriz".Ben de bunun üzerine onu ziyaret edeceğimi,merak etmemesini,en kısa zamanda konuşacağımızı söyledikten sonra telefonu kapattım.Bu diyalog gerçekleşeli yaklaşık 2 ay oluyor ama ben daha ne Taksim'e gittim ne Sinan Çetin'i ziyaret ettim.Kendimce sebeplerim var...

Pazar, Nisan 02, 2006

Hakkari ve Kuzey Irak Dağlarındaki Askerler

Sıcaktan kavrulmuş suratlar,çatlamış dudaklar,mayın ve ölüm korkusu,kazanma azmi,bit tutmuş saçlar,kaşınmaktan yara olmuş vücutlar ve ellere sinmiş barut kokusu.Ben tam anlamıyla açıklayamadım;sanırım resim herşeyi özetliyor.

Salı, Şubat 28, 2006

Çin Halk Cumhuriyeti'ne yaptığım süpriz ziyaret



Evde oturmuş odamda küçük çaplı ustalara saygı kuşağı düzenliyor ve bu amaçla The Ramones dinlemekteydim.Huzurlu bir gündü,sorunsuz ve gürültüsüz.Bu sessizliği bozan acı acı çalan telefonum oldu.Arayan hocaların hocası,şuan rahmetli olan Sulhi Dönmezer idi.Dönmezer ile görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu,gerçeği söylemek gerekirse biraz tırsmıştım lan niye aradı bu şimdi diye?Neyse ki eskisi gibi beni paylamıyor;bu sefer ağzından bal damlıyordu.Dikkatimi çeken ilk şey ses tonunun sakin olmasıydı ki bu alışır olduğumun tam aksiydi.Hal hatır sorma faslından sonra hocaların hocası sadede geldi ve bir grup öğrenciyi Çin Halk Cumhuriyeti'ni ve Çin demokrasisini incelemek üzere Pekin'e göndereceklerini ve benim de seçilmiş ekip arasında olduğumu söyledi.Bir an için ne diyeceğimi şaşırdım.Dönmezer Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi kurucuları arasındaydı;okul da bir hayli Alman hukukuna yakın bir okuldu.Nereden çıktı bu Çin şimdi?Hemen kafamdaki karartıyı aydınlattı ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin dışa açılma sürecinde dış ilişkilerde daha yumuşak bir seyir izlediğini ve ceza hukuku tatbikatı için gerekli atılımlarda bulunduğundan falan bahsetti.Ceza hukuku faslını anlamadım tabi Dönmezer konuyu bir yerden ceza hukukuna bağlamıştı,duymazdan geldim.Sözünü bitirip boğazını temizlemesinden sonra ben sorularımı sormaya başladım:dedim ki hocam nasıl olacak bu iş kim karşılayacak parayı pulu?Dedi bilimsel evladım merak etme herşey kontrol altında gidip olayı yerinde inceleyeceksin.Dedim varsın öyle olsun bakalım,bir çakallık çıkarsa toplarım Fikirtepe'den Sivaslıları,Kastamonuluları!Ses tonumdaki tehdit kokan tınıyı anlayacak oldu ki Fikirtepe sözünü duyar duymaz "tamam tamam merak etme sen" şeklinde beni yatıştırdı.Bu arada Fikirtepe,İstanbul şehri sınırları içinde tarihteki ilk yerleşim birimidir.Mazisi millat önceki yıllara gidiyor.Ciddiyim lan valla.İnanmayan araştırsın.
Günler günleri izledi,hazırlıklar bitti gerekli işlemler tamamlandı bu faslı hemen geçiyorum çünkü devlet işinden ve bürokrasiden nefret ediyorum.Elimde uçak biletim,cebimde param diğer ekip arkadaşlarımla buluşmak üzere Pekin'e doğru yola çıktım.Türk Hava Yolları'nın sefer sayısını şuan hatırlayamadığım Pekin uçağı ile 8 saatlik bir yolculuğa çıktım.İzzet ve ikram yerindeydi,şikayet edemem;ancak jet lag denen olay beni bitirdi resmen.Pekin uluslararası havalimanına indiğimde resmen şaftım kaymıştı.Zaten yere ayağımı bastım herşey birden tersine döndü.Anlamanız için şöyle anlatayım,dünyaya yeniden gelmişsiniz ve okuma yazma bilmiyorsunuz.Evet aynen böyle!Havalimanında gene iyiydi biraz latince harf gördüm de şehre inince resmen bir tane bile latince harf göremedim.Şimdi aşağılamış gibi olmayayım ama 1 milyarlık memleket abuk subuk şekillerle dolu.Bir de herkes birbirine benziyor zaten.Oslo sokaklarında dolaşan zenci gibi hissettim kendimi.İnsanlar pek suratınıza bakmıyor;burda olsa,mesela Fikirtepe'de Çinli gezse önünü keserler naber lan çançinçon derler.Yalan yok bende,önümü kesen olmadı.Taksiye bindim,dedim Pekin Etap oteline gideceğim.Havalimanı önündeki taksiciler çat pat İngilizce biliyorlar sürdü gittik.Aç parantez,bu yazıyı yazarken Replikas'ın Avaz albümünü dinliyorum çok klas kapa parantez.Etap Oteline geldiğimde ekip arkadaşlarımdan K.A.M.F. beni karşıladı.Bu onun kod ismiydi.Ekipte kimse birbirinin gerçek ismini bilmezdi tıpkı Rezervuar Köpeklerinde olduğu gibi Dönmezer bu işin için bize kendisi kod isimler takmıştı.K.A.M.F.'nin açılımı kastı aşan müessir fiil.Benim kod ismim ise Y.S. yani yangın suçu.Yazı devam ettikçe diğer ekip arkadaşlarımın da kod isimleriyle karşılaşacaksınız,yeri geldiğinde açılımlarını paylaşacağım.Neyse K.A.M.F. beni odama çıkardı ve yarının çok zor bir gün olacağını,yol yorgunu olduğumu yatıp dinlenmemi söyleyip beni yalnız bıraktı.Etap oteli 6 yıldızlı olmasına rağmen odam gayet mütevaziydi.Sauna,Jakuzi,lcd ekran televizyon,ev sinema sistemi ve çift kişilik ikiz yatak vardı.Yatağa uzanıp hemen Çin televizyonlarını seyre daldım dersem inanmayın uyudum tabi ki yorulmuşum lan.Sabah kendim kalkamadım horul horul uyuyordum uyandırma servisi uyandırdı.Telefonu açmam la ahizenin diğer tarafındakinin bana Çince bağırması bir oldu. Meğer burda uyandırma servisi böyle işlermiş,uyandırmak için telefonda bağıra bağıra küfür ederlermiş.Teşekkür edip telefonu kapattım.İstanbul'dan buraya özenle koruyup getirdiğim takım elbisemi giyip kahvaltı etmek için aşağıya indim.Asansörde birkaç tane şişko Amerikalı gördüm.Sabah sabah bağıra bağıra bir şeyler konuşuyorlardı.Ellerin memleketinde çıngar çıkmasın diye bir şey demedim.Eveeet,işte mücadele başlıyor.Varan 1:Çin yemekleri!Buraya gelmeden önce baya bir araştırdım ne yiyeceğiz burada diye.Sorun kahvaltıda baş gösterdi.K.A.M.F. ile lobide buluşup açık büfeye doğru ilerledim ki ne göreyim.Lan saçma sapan şeyler var masaların üstünde.Pirinçten tut binbir çeşit ota kadar daha önce hiç mi hiç görmediğim besin maddeleri.Aç kalacak olmanın verdiği huzursuzluğu hemen K.A.M.F.'ye bildirdim.O da buna mecbur olduğumuz,memleketimizin bizi buralara kadar gönderdiğini üstüne üstlük cebimize 72 dolar cep harçlığı verdiğini,bu parayı idareli kullanmak için bu saçma şeylerden yememiz gerektiğinden falan bahsetti.Milli duygularım kabardı.Tabağıma bol bol pirinç doldurdum kahvaltımı ettim.El mecbur ne yapalım.Değinmeden geçemeyeceğim,Çin'de çay bedava ve yüzlerce çeşidi var!Normal vakitte pek çay içmeyen biri olmama rağmen Çin'de çaya resmen abandım sürekli çay içtim.Çingenlikten değil,valla canım çok istedi burada ondan.Yoksa beleş diye ne saldırcam lan kıtlıktan mı geliyoruz hıh!Kahvaltı faslından sonra diğer ekip arkadaşım olan kod M.F. ile lobide buluştuk.M.F.'nin açılımı da bu arada Mühür Fekki.Otelin önünden taksi tutup inceleme yapacağımız yerlere doğru harekete geçtik.İlk hedef Yasak Şehir.İnceleme kapsamını burada açıklayamayacağım;çünkü Dönmezer bu tip konularda medyaya ve üçüncü kişilere açıklama yapmamızı yasaklamıştı.Yasak Şehir'deki görevimizi bitirdikten sonra tekrar Pekin Etap Oteline döndük.Ekipteki diğer arkadaşlarla daha buluşmamıştık.Onlar 1 gün sonra bizimle Şangay'da buluşacaklardı.Dönmezer onları Hong Kong'da halledilmesi gereken bazı önemli işler için önceden oraya göndermişti.Yasak Şehirdeki görevi bitirdiğimiz için 1 günlük boşluk vardı ve bunu değerlendirmek için Pekin'i gezmek istedim.Oteldeki adamlara en büyük elektronik marketin nerede olduğunu öğrenip direk oraya yollandım.Aman yarabbim nedir bu ya hu!Cevahir Alışveriş Merkezi tadında bir yer ve baştan sona elektronik eşya!Hele bir DVD dükkanı var,dünyanın filmi burada.Adamlar hem orjinalleri getirmişler hem de Çin bandrollü basılanları.Abartmıyorum,yaklaşık 3 saatim sırf DVD dükkanında geçti.Bolca saçma sapan ucuz Çin yapımı Kung-Fu filmlerinden aldım.Çok da ucuz hani,normalde 30 ytlye falan alabileceğin bir DVD orada 2 dolar.E ama Çin malı olduğunu da unutmamak gerek.Neyse gittim direk Bruce Lee'nin tüm filmlerinden oluşan "The Ultimate Bruce Lee Collection"'dan bir tane kaptım.Adamın tüm filmleri var ve ek olarak 2 disklik belgesel ve poster çıktı içinden acaip sevindirik oldum.Buna biraz fazla para verdim ama 5 dolar kadar ehehe.Neyse otele döndüm,otel lobisindeki adamlar İstanbul'dan birilerinin beni gün boyu aradıklarını söylediler.Numaralara baktım,Dönmezer cepten aramış paso.Çok yazar diye çağrı bıraktım beni arasın diye.Aradı direk,dedim ne oldu Pekin'i geziyordum.Dedi acilen İstanbul'a dönmen gerekiyor.Ceza Hukuku Derneği'nde olaylar çıktı.İlk uçağa atladım ve İstanbul'a döndüm.Pekin maceram da böyle bitti.Yaa yaa.

Yılanların Öcü:Mük-mükemmel bir filmin analizi



Televizyon izlediğim söylenemez.En azından çok sıkı bir televizyon izleyecisi değilim.Takip ettiğim 1-2 bir şey var onun haricinde televizyonun insanı aptallaştıran bir icat olduğuna inanıyorum;ama kuşkusuz bugünün en büyük iletişim aracı.İşallah internet önüne geçecek.Her ikisi de aslına bakarsan en büyük manipule aracı.Tamam vazgeçtim internet de önüne geçmesin,herkes normal hayatına devam etsin.Zaten bir meta insan hayatının büyük bir bölümü işgal ediyorsa bana göre orada sorun var demektir.İnternet başında minimum 4 saat vakit geçiriyorsanız ve geçirdiğiniz zamanın büyük bir bölümü muhabbete yada salak saçma sitelere bakmakla geçiyorsa bu normal değil.Televizyona geri dönecek olursam,bu aptal kutusunda izlediklerim sınırlı tekrar edeyim.Mutlaka eski deyimle ajansları izliyorum.Ajanslar da ne ola diyen varsa bildiğin haberler işte.saat 19:00 ila 20:00 arasında televizyonu kaplayan dehşet dalgası.Flash TV'yi seviyorum bir de.Aslında vazgeçtim sevmiyorum;çünkü Hakan Aygün gibi bir adam haberlerini sunuyor.Ama yok seviyorum ya,Bizimkiler'i tekrar yayınlıyorlar.Seviyorum çünkü mük-mükemmel eski Türk filmlerini yayınlıyorlar hem de aynı filmi ayda birkaç kez!Bunlardan birisi Fakir Baykurt'un süp-süper kitabı Yılanların Öcü'nün Kadir İnanırlı versiyonu,hani şu 80ler çevrilmiş sosyal içerikli filmlerden.Esasen ben bunlara Kadir İnanır'ın,Tarık Akan'ın solcu filmleri diyorum.Tarık Akan gibi fırlama bir adam nasıl oldu da 12 Eylül'den sonra sakala bürünüp böyle sosyal filmler çekti hayret bir şey yahu.Karı kızı onca zaman peşinden koştur ondan sonra birden sosyal içerikli siyasi filmlere imza olacak iş mi ya hu!Neyse Yılanların Öcü Uşak'ta çevrilmiş bir film ve izlemeyenler tahmin etsin bilin bakalım değişmez kadrodan kimler var?Tüm köy filmlerinin değişmez oyuncusu her daim baba ve muhtar İhsan Yüce tabi ki!Burada da süp-süper bir muhtar rolünde.Peki Erdal Özyağcılar'ın Kekeş Salman'dan sonra canlandırdığı diğer süpersonik köylü karakteri Haceli'ye ne demeli?İşte sırf bu nedenlerle ben Yılanların Öcü'nü onlarca kez izlerim arkadaş!Ufaktan filmi analiz etmeye başlayayım.Haceli denen iblis evin önüne ev yapmış ve tüm sorun burdan çıkmıştır.Lan köylük yerde evin önüne ev mi yapılır iblis?Kadir İnanır yani Kara Bayram bu işin mücadelesine başlıyor.Bu mücadele uğrunda başına neler gelmiyor ki?Haceli'nin inşaatını bozunda,Haceli dayanamayıp adamın evine baskın veriyor ve gebe karısının çocuğunu düşüyor.İblis...Bu da yetmiyor,gidiyor Kara Bayram'ın kuzusunu çalıyor ziyafet ediyorlar muhtarlarla falan.Bu da yetmiyor dur daha,Kara Bayram mücadeleyi bırakmayınca muhtar bunu geceleyin köy odasında resmen işkenceye tabi tutuyor.Bu dayak sahnesi üzerinde durup düşünülmeli.Ben bu kadar karanlık bu kadar ezoterik işkence sahnesi görmedim hayatımda.Karanlık,loş bir ortamda adamı alıyorlar eller gözler bağlı karanlıkta sıfatlar seçilmiyor ama bir muhtar belli sanırım ya sesten ya da simadan.Domuz Bağı tarzında ama onun gibi değil resmen adama eziyetin alasını çektiriyorlar,dövüyorlar da dövüyorlar.Bunun üstüne ertesi günlerde Kara Bayram,ne olcek bu iş diye hesap sormaya gittiğinde de muhtar,İhsan Yüce,sen yalan söylüyon yok böle bişi falan diye bi de kabul etmiyor olayı.Bak hele bak lan neyse bişi dicektim vazgeçtim.Kara Bayram yediği dayağın,gördüğü işkencenin zararını sadece fiziksel olarak değil psikolojik olarak de çekiyor.Hafiften başlıyor böyle dengesiz hareketler.Neyse daha fazla kendimi ve sizi bunaltmadan başka bir detaya geçeyim ki o da muhteşem.Şimdi bu Haceli denen iblis evin önüne ev yapacağım diye resmen mevzi kazında evin önüne,gece de bir şey olmasın temele diye karısını buraya bırakıyor.Kara Bayram da az çakal değil hani geceleyin düşman mevzisine sızıp Haceli'nin karısının ifadesini orada alıyor.Bu arada Haceli'nin karısı Haceli'yi sevmiyor.Kara Bayram'a da yanık.Ertesi gün Fatma Girik'le,konuşmak için geliyor Haceli'nin karısı.Kara Bayram'da var tabi odada.Buraya aktaramayacağım bir muhabbet var orada, Kara Bayram ile Haceli'nin karısı arasında onu filmi izleyip kendiniz şoke olunuz.Velhasıl kelam filmin sonu da klastır hani Fatma Girik ile Kadir İnanır histerik krizlere falan giriyorlar.Seviyorum lan Türk Sinemasını...valla.

Pazartesi, Ocak 30, 2006

Anayasal Düzlemlerde Geçiş Dönemi



Uzun zamandır yazmıyorum sevgili okur;farkettin.İçimden hikaye anlatmak gelmiyor hiç.Sanırım bu yazdığım da tam blog formatına uygun bir yazı olacak.Adam aslında güzel demiş zamanında,"Maarif iyi hoş da talebeler olmasa daha güzel olacak".Ben bunu kendime uyarlarsam,üniversite iyi hoş güzel de bir de sınavlar olmasa daha bir klas olacak.Vize final cart curt bitti ama tam anlamıyla bir boşluktayım.Hiçbir şey yaptığım yok;yazı bile yazmıyorum ki canımın sıkıldığı anda hemen bilgisayar başına otururum.En azından ortaya okunmaya değmeyecek son derece saçma şeyler çıkardı.Şimdi bunu bile yapamıyorum.Dosto'nun Öteki Ben isimli kitabını aldım;okuyorum.Tam da denk geldi adamın en kötü kitabıymış.Şuan yarıladım sayılır esasen fena bir kitap değil.Ancak benim için kötü bir başlangıç.Fight Club'da işlenen alt-üst benlik kavramının kaynaklarından birisi bu kitap.İlk önce deliriyorsun sonra senden bir tane daha salıveriyorlar dünyaya.Takılıp gidiyorsun güzel güzel ama aklın başına gelince anlıyorsun ne boklar yediğini.Bir nevi sarhoş olduğun gece nerelere kustuğunu,kimlere sarktığını veya daha başka ne gibi haltlar yediğini ayıldığında arkadaşlarından dinlemen gibi.Adamın evine kusmuşsun,binlerce kez özür diliyorsun;bu da yetmiyor karşısında ezik duruma düşüyorsun.Sanki gün gelecek de "lan senin sarhoş olup evin içine ettiğin zamanları da biliriz" tadında dokundurmalar yapacak gibi geliyor insana. Bu arada kendime geldiğim zaman bu yazıyı sileceğim,bundan eminim.Bir nevi geçiş dönemi.Atlattığım zaman da oturup Kafka'nınkine benzer hikayeler yazmaya çalışacağım.Okuyunca "Lan manyak manyak şeyler yazmış" tepkisi verilmeli.Kafka demişken devam edeyim bu böcek adamdan.Neden böcek adam?Bilmiyorum,ne zaman Kafka ismini duysam aklıma Gregor Samsa geliyor.Herif,karakteriyle özdeşleşti kafamda.Bu böcek zamanında şunu demiş:"Üzerinize bir felaket gibi çöken kitaplar gerek.Bir kitap,içinizdeki donmuş değerleri parçalayarak bir balta olmalıdır.İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız.Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar!".Evet aynen böyle,Dava'yı okudum ve resmen şaftım kaydı...

Cuma, Kasım 25, 2005

İdealizmin Keskin Kokusu-1


“Herhangi bir düşünce sistemine kişi katılır veya katılmaz,bu seçiş tamamen ona ait ve onun özgürce yapacağı zihni işlemdir.Ancak ister kabul edelim ister etmeyelim bilimsel namusluluk içinde kalmak istiyorsak,düşünce sistemlerinin kanun ve tezlerini tahrif etmeden ortaya koymamız gerekir.Bilimsel namusluluk için bu da yetmez,hangi dünya görüşü olursa olsun,o düşüncenin ustalarının eserlerine yapılan tahriflere müdahale etmek sübjektif olarak kabul etmesek bile,meseleyi objektif olarak koymamız ve yapılan tahrifatı düzeltmemiz gerekir.” İşte bu ölümcül paragraf,bundan nerdeyse 35-40 yıl önce maceraya seven bir adam tarafından yazılmıştı.Açık yüreklilikle belirtmek gerekirse uzunca bir süre sürüp gidecek olan bu yazının alıntıladığım paragrafla hiçbir alakası yok.Şahbaz bir blog yazarı olduğumdan okuyasınız diye alıntıladım zira macerayı seven adamın yaptıklarını ve ideolojisini beğenmesem de tasvip etmesem de oldukça çarpıcı bir noktayı vurgulamış.Macerayı seven adamın kim olduğunu açıklamayacağım;bunu ancak belli zümrenin erbabı bilebilir ki zaten yazımın başlığını da görür görmez anladılar neyin ne olduğunu.
Yeni öğretim yılı başladı biliyorsunuz;bölünerek çoğalan güzel kız portföyünden de bahsettim daha önce.Şimdi bu işin farklı tarafını yazmanın sırasıdır.Öğrenci klübü denen bir saçmalık vardır üniversitede.Okul yaşamınızda dersten başka bir bok düşünmeyip mal gibi geziyorsanız bunu bilemeyebilirsiniz. Hemen sizi yazıyı okumamaya davet ediyorum(Nasıl ama yavşakça bir üslup değil mi?).Özel üniversitelerde(vakfi) okul sana para veriyor,al diyor yavrum ne bok yersen ye bir şeylerle uğraş.Sen de alıyorsun o parayı,okulun sana verdiği odada güzel kızlarla buluşuyorsun haftanın belli günlerinde öğrenci klübünün gereği neyse yapıyorsun,sosyal oluyorsun kafana göre zaman geçiriyorsun.Özenilecek hayat.Amma ve lakin devlet üniversitelerinde durum öyle mi? İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki bir öğrenci klübü,şu vakit ismini anımsayamıyorum,her sene abuk subuk işlere imza atıyor.Gazete manşetlerine “aha işte hukukçular bu halde!” diye geçen,Kurtlar Vadisi isimli fantastik dizinin oyuncularını okula çağırmalar falan filan.İstanbul Hukuk içler acısı derlerdi de nasıl olur diye paylardım bunları.Harbiden öyleymiş yani.Bu arada yazıda bir ciddiyet tutturamadım böyle yavşakça gidiyor yazı,ciddiyet takınayım diye açtım 50 Cent’ten Disco Inferno’yu salonda çiftetelli oynuyorum.Hemen bir soru sorayım sevgili okur:Hayatta derdiniz tasanız olmasa ve hatta cebinizde 1 milyon dolarınız olsa ne yapardınız?Hem vallahi hem de billahi ben kendime harem kurar üzerine her gün 50 Cent dinler alem yapardım.Yaa işte budur konuşan goril 50 Cent’in tüm marifeti.Sokaktan yetişme,şekavetten çıkma bu adamın tüm olayı karı kız uyuşturucu alkol araba.Biz neyse mp3 indiriyoruz da tüm dünya bunların albümlerine milyon dolarlarca para veriyor;ciğeri beş para etmeyecek bu muhtekir adamı zengin ediyor.Pekala biz ne yapıyoruz,deli saçmalarını toplayıp toplayıp uygun dille yazılı hale getiriyor,üzerine bir de aha ben Rus edebiyatı okuyorum,çocukluğum da çok klas geçti yahut “işte ben Zafer Gazozu,Türkiye’nin aydınlık geleceğiyim yazılarımla adam sinkaf eylerim” diyoruz.Allah’tan reva mı şimdi bu?Böyle düzen istemezuk!Konuyu çok saptırdım farkındayım hemen idealizmin keskin kokusu ile üniversite klüplerine getireyim sözü.Devlet üniversitesinde öğrenci klübü aslında bir hiçtir sevgili dostlar.Herhangi bir yardım almaz,sponspor bulmak için kıçını yırtar,bulduğu sponsoru da okul beğenmez her şey keşkek olur.İdealizmin de keskin keskin koktuğu yerlerdir öğrenci klüpleri.Ekşi Sözlük’te Galatasaray Üniversitesi’nin hukuk öğrencileri için siyasetten hukuktan bir bok anlamadan bıdı bıdı konuşanlardır yazdık hemen kötülendi.Diyecek bir lafım yoktur.Yalnız,bizde durum çok mu farklıdır?Hayır,adam yeni gelmiş okula besbelli vıt vıt ötüyor memleketi kurtarmaya çalışıyor,şunu yapalım bunu yapalım.Lan oğlum az sakin ol,2 ders iktisat dersi okudun 2-3 de Anayasa okudun diye memleketi kurtarmaya kalkışma.Bu işler kolay değil öyle göründüğü gibi.Önce sakin olacaksın daha sonra eylemselliğe geçeceksin.Ürkütmeden tırsıtmadan yapacaksın sosyal faaliyetini,yeni yeni cici kızlarla tanışacaksın.Klüpsel faaliyetse faaliyet,alemse alem her şeyi bir zamanı sırası var değil mi a dostlar?(“A dostlar”’ın ardından kantocu ayhahah efekti gelir.)Bak bir de Rock klübü vardır:hemen afişe edeyim faaliyetlerini de uzak durun.Elvis Presley’i anma gecesi.
fotograf:Murat Özhan

Pazar, Ekim 30, 2005

Çocukluk-1




“Top Benim” dedikten sonra beni ve Cingan Mehmet’i gösterdi ve ekledi: “Sen ve sen oynicaksın”.Az biraz bekledikten sonra Uygur’u işaret ederek gene sözlerine ekledi: “Sen oynamicaksın!”.Mahalle kanunları arasında böyle gaddarca bir kural vardı.Top kiminse o belirlerdi maçta kimin oynayacağını.Şanslıydım;çünkü seçilmiştim.Esasen bizden hiçbir farklı tarafı olmayan,sadece top sahibi sıfatını elinde tutan Ali’nin gözüne girmeyi başarmıştım.Mahalle maçında takıma seçilmeyen çocuk rolünü daha önceden oynadığım için bir daha oynamak istemiyor;aksine daha da hırslanıp golleri sıralamak istiyordum.Ali’nin gerçekten çok klas bir mikasası vardı.Biz de el mahkum bu tırtın dediklerini yapıyorduk.Tırtlığını gözüne sokarak onu bazen zorla kaleye geçiriyorduk.Mahallede top sahibi hiçbir zaman kaleye geçmeyi kabul etmezdi;ısrar edersen “top benim lan alır topumu giderim!” diye bizi tehdit ederdi.O zamanlar aklım erseydi kesinlikle bu sömürüye,bu ağalık düzenine karşı çıkar;üstüne üstlük mahalledeki çocukları “herkese bir top!” sloganıyla devrimci örgütlenmeye sokardım.Ne yazık ki o günlerde hayal gücümü ismini renginden alan çeşit çeşit acayip zor ama tatlı oyunlara sahip Kara Kutu’yla uzaya açılmak için kullanıyordum.
Maç her zamanki gibi 4-5 tane tamamen beyaza boyanmış bloktan oluşan sitemizin önündeki boş arazide gerçekleşecekti.Sitemizi o zamanlar Sovyet işçi konutlarına benzetenler vardı.Hiçbir zaman bu betimlemeye katılmadım;çünkü evlerimizdeki odalar ve balkonlar gayet genişti.Keza dışardan bakıldığında içinde tıkış tıkış yüzlerce kişinin yaşadığı 3.Dünya Ülkesi apartmanlarını da benzemiyordu.Sitenin önündeki arazi de uzun zamandır boş ve sahipsizdi;zira artık maç yapmaktan arazi aşınmış ve kale direklerine sahipti.Sahaya paralel olarak az ötede tek katlı müstakil bir ev ve bu evin yeşil bahçesi vardı.Siteyle saha arasında ise ilçeden kırsala giden yol vardı.Çok sık kullanılmaz arada bir araç geçerdi.Müstakil evin sahibi ise evini büyük büyük çitlerle çevirdiğinden orayla pek işimiz olmadı.Sitedeki tüm genç ve çocuklar boş araziyi sahiplenir,onu korur ve severdi.
Amatör mahalle maçlarında maç,topun 20-30 metre havaya atılmasıyla resmen başlar.Maç başladığı anda kendimi defansın bel kemiğinde buldum.Bizim takımda sevdiğim çocuklar vardı.Bunlar oynadıkları zaman cidden çok iyi oynuyor,takım oyunun tüm gereklerini yerine getirip kolayca futbolun meyvesine ulaşıyorlardı.Biz de defanstaki diğer arkadaşlarla ve kaleciyle havalara uçup “oley” işareti yapıyorduk.Ancak her zaman mutlu tablo gerçekleşmeyebilirdi:karşı takımda da hırsız gibi kaçan,maymun gibi çalımlar atanlar da yok değildi ve hatta birkaçı benim sınıf arkadaşımdı. Maça tüm bu gerçeklerin bilincinde başladım.Defanstan top geçiyor;ama adam geçmiyordu.Maç normal seyirde devam ederken ara sıra kaleye geçtim.Top bana geldiği zamanlarda terim yerindeyse nokta atışı yaparak taa bizim forvetin ayağına topu degajlardım.Bu özelliğimden dolayı beni kaleye geçmem konunda takım arkadaşlarım cesaretlendiriyorlardı.Ben ise bu sahte sırt sıvazlamanın farkında olarak “topa ben de vuracam” felsefesiyle sahaya çıkardım.Kalecinin asli vazifesi olası golleri engellemek ve degaj vuruşu yapmaktan başka bir şey değildi.Kaleye geçen her daim sıkılandı.Hem maçı izleyen kızlar varsa,onlara hava atmanın,caka satmanın yolu kalecilikten geçmezdi.Gerçi kız taraftarlı çok az maça çıktım.Tsubasa ve takım arkadaşlarının ortamına çok özendiğimiz olmuştu;lakin bizim gibi orta sınıf ailelerinin çocuklarında bu tür yuppie’likler pek yoktu.Biz kendi halimizde çocukluğunu yaşayan,devletin alelade ilkokulunda eğitim-öğretim görenlerdik,en nihayetinde mahalle kültürünün tozunu öylesine yutmuştuk ki midemizde çamur tortusu oluşmuştu.Çok sonraları televizyonda özel okul ortamı izledim ki bu ortamı betimlemek gerekirse kız-erkek ilişkilerinin ilkokul yıllarından başlayıp liseden mezun olana kadar sıkı olduğu bir yerdi.Benim Semih’le,Samet’le,Mevlüt’le ve hatta Cingan Mehmet’le olan arkadaşlık ilişkimi Berkan,Can,Egemen gibi isimler Nehir’lerle, Ece’lerle,Gizem’lerle kuruyordu.Bizim kızlarla olan mesafemiz sadece yatılı olan anaokulunda yakındı;ancak o zamanlar artık geride kalmıştı.İlkokul çok garip bir zaman dilimiydi.Hayatı algılamaya yeni başlayacak,hayal gücümüzü rayına oturtacak ve yakın zamanda kapıya dayanacak olan ergenliğe hazırlık yapacaktık.40 yılda bir fabrika satış mağazasından alınmış LC Waikiki’ye bürünecek ama genelde pazar malı kilim motifli kazaklardan vazgeçmeyecektik.Zaten ne giydiğinin önemi yoktu.Önemli olan ucuzla yetinip özgün gözükebilmekti.Maç yaparken ise hemen hemen hepimizin ortak favorisi Hugo Boss esortmanlardı.İlginçtir,daha sonraları televizyonda Belçika menşeli tek dişi kalmış bir Hugo karşımıza çıkacak;eşortmanlardaki Hugo Boss ile herhangi bir bağ kurmayacak hatta Hugo Boss’u zihinlerimizde Victor Hugo gibi ulvi bir adam gibi düşünüyorduk.İlkokulda Sefiller’in varlığının farkında olmak ise ileride neye işaret ediyor tahmini başkasına bırakıyorum.Neyse fazla kanatlanmadan maça geri dönmenin zamanı geldi.Maç,her zamanki mahalle maçlarımız gibi sık sık küfürleşmelere;aralarda yaşanan tatsız kavgalarla kesiliyor,buna rağmen olanca hızıyla devam ediyordu.Skoru takip edemediğin zamanlarda orta sahadakilere “skor kaç?” diye bağırarak sorar ve cevabını anında alırdık.Bu da tartışma konusu oluştururdu zira karşı takım 6-7 veya 7-8 gibi skorlarda mutlaka kendi hanelerine bir gol daha fazla yazılmasını ister,bu konuda tüm çirkefliğini gösterirdi.Bu tartışmalar küfürleşmeye dönmeden “hadi lan tamam hamam parası olsun” ile sona erdirir ve bir golü onların hanesine yazardık.Gururumuz bizde kalır kimseye golümüzü çaldınız dedirtmezdik.Her ne kadar Beşiktaş’ta Takoz Recep’in oynadığı zamanlara denk gelsek de fair play ruhunu hiç kaybetmezdik.Maçı sonu ise ya akşam ezanı okunduğunda yada annesi top sahibini çağırdığında gelirdi.Maç esnasında karşılaşılan en büyük sorun oradan oraya koşmanın doğal sonucu olan dalak şişmesiydi.Bunun haricinde ne bir sakatlanma ne de kavga-dövüş yüzünden maçı bırakan görmedim.Tek sorun ailenin çağırmasıydı.İnsanda belli belirsiz merak uyandırır;ertesi gün maç sonucu herkese sorulur,eğer takım yenilmişse “oğlum beni babam çağırmasaydı var ya…” gibisinden cümleler kurulurdu.Tam tersi de mümkündü:mücbir sebebin varlığına rağmen takım arkadaşlarınız tarafından takımı sattığınız yönünde suçlamalara mağruz kalır,bu durumu düzeltmek için türlü ağız oyunlarına yatar,geçmişte oynanmış başarılı maçlar hatırlatılırdı.Hele ki geçmişte gol attığınız maç mevcutsa “benim golüm olmasaydı Ersingilleri yenemeyecektik lan ne haber?” tarzında göndermeler yapılır.Son cümlelerde aktardığım komplo teorisiydi.Eğer maçı alnınızın akıyla yendiyseniz racona uyarak etkisi geçene kadar karşı takımı gayet pis gayet çirkef şekilde maç içindeki fair play ruhunu tamamen unutarak “nası çaktık lan 10 tane?” veya “oğlum bunlara bir goller attık dün varya görmeliydin!” gibisinden tahrikler yapılır.Dönemin favori galibiyet şarkısı ise “Bu gece barda gönlüm hovarda çalsın sazlar oynasın kızlar…”.

Cumartesi, Ekim 29, 2005

Mavi Muammer-2



Bazı arkadaşların Levent Kırca’nın Mavi Muammer filmi üzerine yazdığım 1-2 şey üstüne,Mavi Muammer hakkında bir şey bilmedikleri hatta Mavi Muammer filmlerini sevmedikleri hakikatıyla karşılaştım.Kendimi,kültleşmiş,hafızalarda yer etmiş kavramlar üzerine kafa yormaya sorumlu hissettim.Neredeyse benimle yaşıt olan bu filmleri biraz da olsun hatırlatmak için elimden geleni yapacağım;belki de millet galeyana gelip televizyon kanallarına bu filmleri yeniden yayınlamaları için baskıda bulunur.Açıkçası bu da benim çok işime yarar zira halen daha filmlerin bir kopyasını bulabilmiş değilim.Filmler üzerine yürüttüğüm tüm fikir ve gözlemler,uzun zaman önceki televizyonda izlediklerime dayanıyor.Filmlerin ana temaları ve gidişatı zihnimde berrak;ancak kopyalarının hali hazırda elimde olması işin rengini büyük ölçüde değiştirir.Bu sayede de şu basit ve çocuksu yazılarımla sizleri daha da bir aydınlatmış olurum.
Geçenlerde İstiklal Caddesi’ndeki Megavizyon’da Nejat Uygur’un “Hastane mi Kestane mi” adlı güzide tiyatro oyununu bile satışta görünce Allahım neden Mavi Muammer yok diye isyan ettim.Nejat Uygur’un sözünü ettiğim tiyatro oyunu da şahanedir,80lerde ve 90ların başında video furyasının bir parçası olmakla gurur duyarım hep;Nejat Uygur’u çok erken tanıdım bu vesileyle.Aynı şekilde hatırlatmak istediğim diğer bir olgu da Ferhan Şensoy ve Orta Oyuncular tiyatro grubudur.Münir Özkul gibi efsane bir ismin bile dahil olduğu bu tiyatro grubu,Nejat Uygur ve Mavi Muammer gibi video furyası zamanında çok leziz ürünler sundular.Bunlar çok sonraları VCD olarak da piyasaya sürüldü,meraklılara şiddetle tavsiye ederim.Ferhan Şensoy favorim ise Soyut Padişah’tır.İlerde bu konu hakkında da yazacağım.Neyse Levent Kırca ve Mavi Muammer’e geri dönelim:Hemen hatırlatacak bazı şeyler aktarayım.Muammer bir kimya mühendisidir ve sürekli bu sektörde çığır açabilecek şeyler üzerinde çalışmaktadır.En büyük başarısı ve filmlerin dönüm noktası ise Mumi Şampuanıdır.Evet Mavi Muammer Mumi Şampuanı’nı icat edip piyasaya sürmüştür. Şampaun’ın ilk deneği ise filmdeki ismini hatırlayamadığım usta tiyatrocu ve sanat adamı Sinan Bengier’in ta kendisidir!Mumi’yi kafasına sürdükten sonra saçları dökülür.Kel kaldıktan sonra da kelliğinden istifade ederek başka işlerde uğraşmaya başlar.Filmin bir kısmına Mavi Muammer’e de teşekkür eder: “Abi kel kaldım ama başka fırsatlar açıldı önüme”.Tiyatroculuğa başlar…Ha birde “Mavi” sıfatını Muammer nasıl elde etmişti onu hatırlatayım.Efendim,Muammer’in sevgilisi evli bir seramik sanatçısıdır.Muammer sık sık dostunu ziyaret eder ancak bir gün kadının evindeyken kadının kocası gelir.Nereye saklanacağını bilemeyen Muammer banyoya girer.Banyodaki küvet,seramik sanatçısı kadının kullandığı boyayla doludur.Yakalanmamak için mavi boya dolu küvete girer ve evden çıkana kadar orda kalır.Gece vakti masmavi bir adam sokakta!İşte zaten Mavi Muammer filmlerini kült kılan durum burada.Sokaktan bir taksi geçer;taksici de ileride Olacak O Kadar kadrosunda yer alacak tiyatroculardan birisi,ismini bilmiyorum.Eh,mas mavi bir adamın taksinize bindiğini düşünerek ne gibi olayların ve diyalogların geliştiğini biçimlendirin.Taksiciyi ilginç kılan ise,diğer filmlerde de olduğu gibi,Mavi Muammer’in ne zaman başı sıkışsa tuhaf kılıklara girmesi ve hep de aynı taksiye denk gelmesidir.İleri zamanlarda taksiye padişah kılığında felan binecektir…
Aktardığım önemli parçalar umarım Mavi Muammer kültünün ne olduğunu size az da olsa hatırlatmıştır.

Cumartesi, Ekim 22, 2005

Puşkin


Rusları ve edebiyatlarını derinlemesine incelemeyi,beni pek sarmayan derslerde ve otobüslerde geçen boş vakitlerde onların kitaplarını okuyarak sürdürdüm.Bu yazımda da kimilerine göre Rus edebiyatının kurucusu sayılan;diğer klasikleşmiş müelliflere göre daha erken zamanlarda ürün vermiş Aleksandr Puşkin’i konu edindim.TCK madde 96’da düzenlenmiş eziyet suçunun maddi ve manevi unsurunu dikkate alarak yazılarımı okuyan dostlarım(Artık laubalilikten uzak bir tanımlama okura dostlarım diye hitap etmek.),niçin Ruslar ve Edebiyatları üzerine çözümlemeler yaptığımı merak eder hale geldiyse,onlara vereceğim yeknesak yanıt mevcut değil.Sorgulamayı bir kenara bırakın okumaya devam edin ve beni gereksiz yere kafa bulandırıcı cümleler kurmaktan vazgeçirin.Hemen burada edebiyat ve süreli yayın dünyasına bir dokundurmada bulunayım.Uzun süredir takip ettiğim bazı yazarlar,yazılarını yazarken ne tür müzik dinlediklerini yazar olmuşlar.Eh benimde pek bir eksiğim yok ben de Kurban’ın Sert albümünü dinliyorum.Kurban iyi bir gruptu,dağılmalarına çok içerledim çok üzüldüm.Kanımca sürekli saçını kırmızıya boyayarak kendine işkence eden davulcunun hinliği var gibi bu işte.Zira grup dağıldı hemen baktık ki Athena’nın klipte boy göstermiş abim.Bunlar profesyonel adamlar,niye dağıttınız lan diye sorgulamama lüzum yok amma kırmızı kafalıya seslenerek artık saçını boyamamasını istiyorum.Yazık oluyor o saçlara kurban.Neyse biz tekrar Ruslara dönelim.Aleksandr Puşkin(Parantezi de açtım hemen doldurayım.Dingile bak Alexander’ı Aleksandr yazmış veya Pushkin’i Puşkin yazmış biçiminde zihninde eleştiri kuranlar bu yazıyı okumayı bıraksın diye yaptım mahsus.Zira bende Cumhuriyet sonrası başlayan ve sonu bazı zıpırlarca getirilen yabancı kelimelerin Türkçeleştirilmesi ekolüne dönüş sevdası var.Yazılarımın bazı noktalarında böyle Türkçeleşmiş yabancı kelimeler görürseniz lütfen ürkmeyiniz.) en az Tolstoy kadar garip bir yaşama tanıklık etmiş bir adam.Edebi geçmişinde bir olayın etkisi zangır zangır hissedilir.Purgaçev İsyanı!Evet bu isyana acayip takmıştır Puşkin.Durup durup hatırlatır,hikayelerini,düz yazılarını hep bu olaya bağlamaya çalışır.Araya adam sokarak,kitaplarında hiç bahsetmediği halde rüşvet vererek devlet arşivlerine girmeyi başarmış;Pugaçev Ayaklanmasına kafayı takmıştır.Pugaçev İsyanı’nın tarihi isimli güzel bir kitabı vardır ben bunu pek severim amma asıl önemli olan Yüzbaşı’nın Kızı isimli romandır.Bu romanda Pugaçev İsyanı etkileri zangır zangır görülür ki rivayete göre romana konu olan kahramanlar gerçek imiş sadece isimlerini değiştirmiş cin Puşkin.Genel geçer bir hayat hikayesi var bu adamın ne zaman el atsam bir kitaba hemen karşıma çıkıyor ve deniyor ki düelloda ölmüş bu zat.Hoppala,gene garipselliklerle karşı karşıyayız sayın okur.Baron D’anthes diye ibne gibin puşt gibin bir herif yüzünden öldü bu değerli Rus müellif.Baron,Rusya’ya göç etmiş bir Fransız;yazılana göre yakışıklı,çapkın ve arsız piçin tekiymiş.Saray çevresinde dolanıp duran bu piç aynı zamanda Hollanda sefirliğinin de koruması altında Puşkin’in karısına felan sulanınca iş çığrından çıkmış.Puşkin’e imzasız mektuplarla “Yengeyi yalıyorlarlarmış lan ehehe” diye mektuplar almaya başlayınca St.Petersburg’da Puşkin iyice taşak oğlanı olmuş.Bakmış bu böyle olmuyor,Puşkin hodri meydan diyerek Baron’a düello teklif etmiş;ama yok Baron öyle sıfatı gibi değil tırsağın teki çıkmış “ben yengeye değil senin baldıza meylettim” diyip Puşkin’in baldızıyla evlenmiş.Puşkin de bu faslı kapattım derken baldızıyla evlenmesine rağmen çirkeflikleri devam edince bu sefer berserk geçirerek 8 Şubat 1837’de Baron’u düelloya çağırdı.Düello St.Petersburg yakınında bir çay kenarında gerçekleşir.Baron tüm çakallığını kullanarak önceden ateş edip Puşkin’i ağır yaralar;düello şahitleri hemen Puşkin’i alıp götürürler ancak St.Petersburg Acil Yardım’daki tüm çabalara rağmen kurtarılamaz;2 gün can çekişir.İşte okuyucu henüz 38 yaşındaki büyük müellif böyle boktan bir mesele yüzünden Allahın mal Fransızına 10 Şubat 1837’de kurban gitti.Şerefini korumak için,kendisine gavat veya godoş dedirttirmemek için savaştı ve öldü.Baron ipnesi de hafif yarayla kurtardı işi.Bu vakte kadar hayatındaki garipsel bir kesiti anlattım,başka şeylerden de söz edeyim.Misal,benim de pek sevdiğim diğer bir Rus müellif Gogol’un Ölü Canlar romanının konusunu Puşkin vermiştir!Daha sonraki zamanlarda Gogol romanı bitirip Puşkin’e okuduğu zaman, daha önceleri ne zaman ona yapıtlarımı okusam samimi bir gülümsemeyle dinlerken,Ölü Canları dinlediği zamanlarda anlaşılmaz bir üzüntüye gark oldu ve bittiğinde “Rusya ne hale gelmiş lan oğlum” dediğini aktarıyor.Resmi tarih tezinin atladığı en önemli husus ise,Ölü Canlar’ı okuyup bitiren Gogol’a karşı Puşkin’in “oğlum” demesinin küçük çaplı bir gerginliğe neden olduğudur;çünkü bu durum üzerine Gogol da “asıl ben senin ananı s…. sen benim oğlum oldun” dediği söylenegelir.Neyse ki iş tatlıya bağlanmış,Puşkin özür dileyerek paçayı kurtarmıştır.

Bir Festival Macerası


Coca Cola’yı ve Anadolu Grubu’nu davetiye ile sömürmenin verdiği rahatlıkla çıkmıştım yola.Yanımda bacım dediğim kızlar ve vurucu timi oluşturduğum dostlarım vardı.Fakülte koridorlarında kızları kesip tecavüz tayfa izlenimi vermenin acısını her sene çekerdik.Bu festival bizim için daha değişik,daha nezih ortamlara kapağı atmanın köprüsü olacaktı.En azından ben kafamda öyle kurgulamıştım.Otobüs şoförü yolu 1 saat uzatınca seyir halinde konuşmadık ama küfürleştik.Seyir halinde şoförle konuşmanın yasak olduğunun bilincine çok önceleri varmıştım.Allah’tan Özel Halk Otobüsüne rast gelmedik.İETT’ye göre daha psikopat daha bir minibüsçü havasında,can taşıdığının farkında olmayan adamlardı bunlar.İETT’nin emektar şoförü Başbakan’la aynı müessese altında çalışmanın verdiği gurur ve azimle itinayla tartışmaktan kaçınıyor;ben ise ardı ardına küfürleri sıralıyordum.Otobüsteki diğer festival sevdalılarının telkinleriyle sinirlerim yatıştı ve küfür etmeyi kestim.Daha önceden Avcıların ve sonrasının Allah’ın unuttuğu yerler olduğunu gördüğümden dolayı 2 saattir yolda olmamıza rağmen halen daha beton blokların her yanı kapladığını görmezden geldim.Benim gözüm o sıra otobüsün koltuğunda oturup Vurucu Tim’den Orhanla muhabbet eden kızdaydı.Ne konuştuklarını iyi duyabilmek için şoföre tekrar küfür ettim,motorun sesini kısmasını söyledim ama motor sesinden dolayı sesim ona kadar gitmedi.Küfürlerimi duyan festival sevdalıları “kime küfür ediyorsun lan sen” dediler, “aman abi size değil,öndeki kamyonun şoförüne” dedim.Kız tatlıydı,şirindi. Ne konuştuklarını anlamadım,çok sonraları öğrendim ki Vurucu Tim klasiği yaşanmış,Orhan kızın izini kaybetmişti.Uzun ve ayakta geçen yolcuğun mayhoşluğunu üstümden atmak,Anadolu Grubu’nun işten çıkardığı Coca Cola işçilerinin biz otobüsteki festival sevdalılarına karşı el hareketleri çekmeleriyle ve duymadığım küfürleriyle bozuldu.Eylemlerinde haklıydılar söyleyecek sözüm yok;sadece el hareketlerine içerledim.Otobüsten iner inmez onlara doğru çemkirdim ve Jandarma’nın verdiği sonsuz güven duygusuyla festivale doğru ilerledim.Kapıda da kahredici bir sıra vardı;bu işte bitti,sonra girdik.Pamela Spence Türkü çığırıyordu…(Şu esnada bu yazımın pek de okumaya değer olmadığını gözlemledim.)

Perşembe, Ekim 20, 2005

Yeni Öğretim Yılı


Fakülte resmen 5 Ekim’de yeni eğitim ve öğretim yılına başladı.Üniversitede ‘eğitim’ kavramını kullanmak ne kadar doğru,açıkçası emin değilim.Üniformalı eğitim sisteminde bile ‘eğitim’ kavramını rafa kaldırıp,veletlere salt bilgi pompalayarak treni yürütüyorlar.En azından ben öyle hatırlıyorum.Üniformalı yıllarımda aldığım yegane ‘eğitim’ aşısı abur cuburdan kaçınmaktır.Her zaman iftihar ederim.Bunu bir yana bırakıp Fakülte’deki tatlı ama son derece gereksiz heyecana dönelim.Üniversiteye ilk girdiğim sene gibi hemen ilk günden kekliğimi gösterip okula gitmedim.Çünkü biliyordum ki okulda ilk iki hafta bir bok olmazdı.O yüzden okula sadece sınav sonuçlarını öğrenmek ve öğrenci işlerinde boğuşmak haricinde pek uğramadım.Okula adımımı atıp,yeni anfimde,yeni hocalarımla,yan anfilerdeki güzel kızlarla tanışmam ancak iki hafta sonrayı buldu.Güzel kız portföyü genişlemişti.Geçen sene üst katta olup güzellikleri ve tatlılıkları hakkında yorum yapamadığım ikinci sınıflar bu sene üçüncü sınıf olmuş ve aynı zamanda benim anfimle komşu olmuşlardı.Ne kadar güzel durumdu bu dostlarım…(Aralarda böyle dostlarım falan sıkıştırmak da amma laubali bir harekettir.)Her zamanki gibi anfinin en arka kapısı açık olduğundan adeta hırsız gibi anfiye girip en arkalardan bir yere oturdum.Yüzlerini uzun zamandır görmediğim Anadolu tayfa ki hemen hemen hepsi Altunizade’deki Yurt-Kur yurdunda barınıyorlardı,arka sıraları kaplamışlardı.Haber spikeri formatında bir kadın Devlet Özel Hukuku anlatmakla meşgulken ben arka sıralarda bu güzel hocanın iyiniyetini sömürerek okulun kapısında ucuz gazeteler satan bayiden aldığım Milliyet isimli sığ gazeteyi okumaya koyuldum.En arka sıralardaydım ve arka kapı açıktı.Bu sene dikkatimi çeken yegane unsurlardan biri okulun pek bir kalabalık olmasıydı.Alt sınıfların davarlığını verdim,güldüm geçtim.Vatandaşlık,ikametgah ve mülteci hususları haber spikeri formatındaki hocanın anlattığı ana konulardı.Mültecilerden bahsederken,sadece siyasi,dinsel ve ırksal ihtilaflardan ve kovuşturmalardan dolayı kendi ülkelerinde barınmaları mümkün olmayıp başka ülkelere kaçanların mülteci sayılabileceğinden dem vurdu.İşte o an beynimden vurulmuşa döndüm,ellerim titremeye,kalbim hızla atmaya başladı.Aniden üçyüz kişilik anfide olanca çekingenliğime ve utangaçlığıma rağmen ayağa kalktım ve hocayla tartışmaya başladım.Kendi tezime göre genel geçer bir mülteci tanımının mümküniyatı yoktu,İtalyan sahillerinden yakalanan Pakistanlı mültecilerin hiçbir siyasi,ırksal veya dini gayeleri yoktu;haber spikeri formatındaki hoca ise beni yerime oturmam konusunda uyarıcı sözleriyle paylıyordu.Ona aldırmadan beynelmilel hukuk konusunda bildiğim tüm kalıpları anfi arkadaşlarıma tekrarladım.Üçyüzü de birden bana dönerek,bir hırsızlık zanlısına bakan esnaf gibi baktılar.Dürüst olmak gerekirse bu bakışlardan tırstım ve özür dileyerek yerime oturdum.Bu amfide ders anlatmanın ne kadar zor bir şey olduğunu da hocamız anlattı,pişman oldum.Bu fevri hareketimin neye yol açtığını çok sonraları öğrenecektim ama sizlerle paylaşmam şuan mümkün olmaz.Bir de bizim anfideki bu arkaya dönüp bakma geleneğini bozmaya karar verdim.Derste veya ders arasında arka sıralardan kim konuşsa üçyüz kişi birden arkasına dönüp konuşana bakıyordu.Bu duruma her seferinde sinirlenip konuşmak için kürsünün önüne kadar geliyor;herkese arkamı dönüyordum.Şimdiki taktiğim ise ben konuşurken bana bakan üçyüz kişiye karşı nah işareti çekmekti;ama daha deminki sert bakışları hatırlayınca bu davranışımın ne kadar da ahmakça olduğunu anlayıp gazete okumaya geri döndüm.Vurucu timden Orhan, “canım sıkıldı lan çıkalım” dedi. “Hayhay” dedim.

Perşembe, Ekim 13, 2005

Tolstoy


“Tolstoy tam anlamıyla rüyalara giren ak sakallı dede formatında bir adamdı.82 yaşında ölmüştü.Babası da konttu,lordu,kraldı;ismi Nikolay İlyiç Tolstoy,bir Napolyon savaşları muharip gazisi eli öpülesi insandı.Tolstoy ak sakallı dede formatına rağmen çocuk gibi karısına eşine dostuna küsüp onlardan kaçacak kadar çocuksu bir adamdı.Eskişehir tren istasyonunda ölmüştü…O benim dedemdi ulan!” diye bir şey yazsam beni ayıplarlardı Ruslar;çünkü Tolstoy dedem değildi ve hiçbir zaman Eskişehir-Haydarpaşa yolunda trende bira içmemişti.Kemal Tahir Moskova’ya gitmiş bunu gezdiriyorlarmış(zaten Moskova’da tahsil etmiş bir adamdır),bakmış paso bir adamın heykeli var sormuş “bu kim?” diye,Ruslar hemen cevaplamış:Lenin! “Lan” demiş “siz mal mısınız?Dostoyevski gibi bir adam varken bunun heykelini dikmişsiniz memleketinize” İşte arkadaşlarım,Ruslar ve edebiyatları üzerine söylenebilecek en manidar laf budur.Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ını lise 2’de okumuştum.Küçük yaşıma rağmen beni derinden etkilemişti.Sonat deyince ürperir,müzik dinleyemez hale gelmiştim.Her daim Tolstoy gibi nur yüzlü bir adama sahip çıkmadıkları;onu anlamadıkları;küstürdükleri için Ruslara kinle bakarım,önyargılı davranırım ve onlar hakkında dedikodular çıkarırım.Gün gelir karşıma bi Nikiforoviç veya bir Anton çıkıp da “lan sen Nazım Hikmet’e sahip çıktın mı?Orhan Veli neden garipsel bir adamdı?” diye bıdıbıdı ederse, hiç çekinmeden yumruğumu suratlarına patlatır ve mahalleden tanıdığım tüm it kopuğu “dövüş var lan” diye üstlerine salarım.Orhan Veli PTT çukuruna düşerek zaten ne kadar garipsel bir adam olduğunu ispatlamış bir şairimizdir.Nazım Hikmet ise “Ran” olan soy ismini kullanmayarak,onu saklayarak ileriyi düşünmüş ve “işte yoldaşlar,bilgi yarışmaları için soru olsun bu benim mücadelem…” demiştir.Neyse bütün bunlar Rusları alakadar etmez.Onlar tüm dünyaya mal olmuş yazarlar çıkarmış bir millet,kendi sorunlarımızı onlara aktararak kafamı siktirmek istemem.Lise 2’de okudum demiştim Kroycer Sonat’ı;yalan değildi gerçekten okumuştum o arada kalmış yaşımda.Yaşıtlarım Half Life’da death match yaparken ben oturdum okudum.Ama nasıl bir hazla nasıl bir coşkuyla okudum bir tek ben bilirim.Şule Yayınları diye bir şirket basmış bendeki baskıyı.Şule bence çok dinci bir isim böyle Fethullahcı yapılanma kokuyor içinde;neyse bu konuyu geçelim.Arka kapağa şunlar yazılıydı: “Kroyçer Sonat,benim üzerimde korkunç bir etki uyandırdı.O zamana kadar farkında olmadığım hislerin varlığını bilmediğim bir güce sahip olduğum anlar gibi oldu.”Herkes gibi ben de bu cümlelerin,Sabahattin Eyuboglu gibi yahut Nurullah Ataç gibi bir kültür adamının kaleminden çıktığını sandım.Kitabı ikinci el almıştım.Edebiyat ve Edebi Metinler hocam Refaattin Kavak(kendisine Rafo derdi) aynı zaman sahaftı,ondan almıştım belki kültüre yatkın,kitap okumayı seven ve parlak bir öğrenci izlenimi vererek kanaat notum yükselir gayesiyle.Eğer bu numaram tutmazsa,ek iş yaptığını Milli Eğitim Müdürlüğü’ne isimsiz dilekçe ile şikayet etmekle tehdit edecektim.Sormaya çekindim,“kim bu naif sözlerin sahibi hocam?” diyemedim.Meğer Tolstoy kendisi yazmış bunları…Çakal.
(karikatür:umut sarıkaya)

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Mavi Muammer



Yazıya başlamadan önce hemen belirteyim eğer elinde Mavi Muammer’in herhangi bir şekilde kaydı varsa benimle irtibata geçsin.DVD,VCD, VHS ne biliyim herhangi bir şekil işte.En adi filmlere kadar VCD piyasası yaratmışlar ama bir Mavi Muammer bulamadım koca ülkede.Kadıköy-Yazıcıoğlundaki at hırsızı heriflerin cd sattığı pis işhanlarına girmekten tırstım açıkçası.Güya Dönüş Yok filmindeki tecavüz sahnesinin çekildiği,tavanından pis su borularının geçtiği koridora benziyormuş her tarafı.Gidemedim,gitmedim dostlarım üzgünüm.Bu arada bahsettiğim sahnedeki aynısının tıpkısı ortam bizim okulun yemekhanesinin kapısına bakan koridorda mevcuttur. Half Life ortamını yaşamak isteyenler gece bizim okulda takılabilirler.Neyse,eskiden VHS dükkanları vardı misal Ulus Video gibi ama çağa ayak uyduramadan tükenip gittiler.DVD denilen olaya da bir türlü alışamadım,almadım DVD player falan da eve hala tek tabanca dandik VCDlerle idare ediyorum.VCD demişken gene üstün edebi kişiliğimi konuşturarak bir anımı nakledeyim kısa ve öz olacak şekilde.Enemy at the Gates-Kapımdaki Düşman Türkçe’si-isimli filmi itiraf ediyorum korsan VCD alıp izledim pişmanım.Ama çok enteresan olan anım korsan VCD almam değil elbette.Filmi izledim bitti neyse çat filmin sonunda alt yazılar garipleşmeye başladı.Üşendim şimdi VCD takıp harfi harfine yazmaya ama aşağı yukarı şu şekildeydi:”İşte gördünüz Ruslar böyle eziyetler çekti ama şimdi de Çeçenistan’da zulüm ediyorlar!”.Çeçen mafyasının eline düşmüş bir garibandım bu gerekli ve son derece çarpıcı mesajı aldıktan sonra.Bence çok akıllıca mesajı düşünüp oraya sıkıştıran adamın kafası iyi çalışıyor,propaganda taktiklerinden çakıyordu.Konuyu biraz saptırdım sanırım ana temam Mavi Muammerdi.80lerde hatırlanması gereken,es geçilmesi büyük bir ihanet sayılabilecek bir kavram Mavi Muammer.Önceki yazımda da bahsettim,Levent Kırca’nın kendi fantastik arenada ispatladığı bir film bence.Onun öncesinde Nevra Serezeli ile beraber karı-koca avukat olduğu filminde İtalyanca nasıl yazıldığını bilmediğim bir adam vardı.İsmi Reccianiydi.Bu adamın plaklarını aradım filmi izledikten sonra.Tabi ki plak devrinin sonuna yetiştiğim için babamın Erzurum’dan alığı,delicesine özelliklere sahip müzik seti ki kendisi hem televizyon hem plakçalara hem kaset çalar hem de radyo işlevi görmekteydi,Recciani plakları çalma şerefine nail olamadı.Bulamadım o muazzam insanın plaklarını.Bu hüsranlı olaydan sonra ilerde eski sevgilim evlenir ve kocası da avukat olursa, eski sevgilime kocasının yanında Adamo CD’si hediye etmeye and içtim.Evet arkadaşlarım gerçekten bunu şuursuzca yapacağım ve ardıma da bakmayacağım.Ardına bakmamak fiilinden dem vurmuşken bu işi en iyi yapanın Münir Özkul’un Yaşar Ustası olduğunu da belirtmeden yazımı noktalamak istemiyorum.Mavi Muammer ile Yaşar Usta Türk Sinemasının mihenk taşlarıdır ulan!

Gonçarov...

Gonçarov denen adam bir kitap yazmış zamanında,görülebilecek en tembel insanı anlatıyor.Alıp okuyamadım hala kitaplıkta tıpkı kahramanı gibi yatıyor.Hiçbir zaman bu Rus aydınlanmasını ve üretkenliğini anlayamadım.Rus toplumu kokuşmuş ondan dolayı böyle dünya klasikleri ortaya çıktı diyorlar ama inanmıyorum.Kafamda kurduğum sinsi kurguya göre 19.yy.da bu Ruslar çok uyuşturucu kullanmış ondan kafaları makine gibi çalışmış.Şimdi bu cümleden art niyet koparıp,uyuşturucu kafayı daha mı çok çalıştırıyor diye yakama yapışmayın.Uyuşturucu kafayı ne kadar çalışır hale getiriyor bilmem ama kardeşim doğruya doğru,böyle bir üretkenlik de normal insan randımanından da fırlama değil.Bu Ruslar için acayip soğuk adamlar diyorlar,paso içki içip ısınmaya çalışıyorlarmış.Daha önceden kurduğum sinsi kurguyu hemen bertaraf edip yenisini hayata geçiriyorum.Bu üretkenlik bu manyakça yazım sevdası alkolden kaynaklanıyor.Bu Gonçarov denen adam da 1 ayda yazmış küçük fontlu 600 sayfalık romanı.Yıllarca kafamda taşıdım hikayeyi,gün geldi hoop yazıverdim diye birde dayılık taslıyor.Şimdi hiç kaybedecek bir şeyim olmasa,işim gücüm evde oturup televizyon izlemek veya kitap okumak olsa ben de sıkarım kafamdan Rauf diye bir karakter dolaştırırım tüm dünyayı.Önemli olan geçim sıkıntısı çekip de böyle süründükten sonra yazmak tüm bunları.Bu son cümle bir Levent Kırcasal oldu ama siktir et.Levent Kırca demişken,bu adam eskiden komikti sonradan cıvıdı.Herkesin bildiği gerçeği bir daha gün ışığına çıkardım gibi oldu ama öyle cidden yahu.Misal Mavi Muammer bence 80lerde çekilmiş muhteşem filmlerden biridir.O boktan kameralarla çekilen absürd ve fantastik ortamın hastası olmuştum ilk izlediğimde.Bu arada 80lerde neden sinema filmlerinin görüntü kalitelerinin bu kadar boktan olduğu sorusunun cevabını iletişim okuyan bir ahbap verdi bana geçen zamanlarda.70lerde sinema sektörünün krize girmesiyle bunlar eski kameraları falan satmışlar yerlerine daha ucuz kameralar almışlar o eski cillop görüntü veren kameralar tarih olmuş.Şimdi edebi kabiliyetimi kullanıp hiç çaktırmadan başka bir konuya zıplayacağım ama konu bulamadım yazacak.Ben en iyisi tekrar Gonçarov denen herife geri döneyim.Tembel adamı anlattığı romandan sonra bir de uçurum diye bişi yazmış.Hayat hikayesine göre 10 yıl uğraşmış bunla.Hemen bunun üzerine de yorum yapayım.10 yıl çok mu kısa bir zaman yoksa çok mu uzun bir zaman.Bu yazımı lütfedip de okuyan değerli arkadaşlarım sizlere 10 yıl önce ne yaptığınızı ve hatta 10 yıl sonra neler yapacağınızı kafanızda imgelendirmenizi isteyerek klasik bir düz yazı müessessisini de hayata geçireyim.Yazıyor muyum acaba saçmalıyor muyum bilinmez;ancak yaza yaza pratik kazanılır bunun vebabilini de okuma gafletinde bulunan çekiyor ne yapalım.